İlksöz: Kredi derecelendirme kuruluşları aslında giderek küresel finans burjuvazisinin antidemokratik bir teknokrasi projesi haline dönüşmüş durumda. Derecelendirme kuruluşları, IMF ve Avrupa “Troyka”sı bir bütün olarak öncelikle sermayenin güvenliğini ve stratejik çıkarlarını koruyan ve “sermayenin rasyonalitesini” düzenleyen her türlü iktisadi ve sosyal denetime karşı “sermaye çıkar-kriz gelir” şantajı uygulayan antidemokratik bir güç sergilemekte. “İktisadi akıl” diye adlandırılan bu projenin ana düsturu, bağımsız iktisat politikalarının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin yadsınarak, bütün sosyal politikaların piyasalaştırılmasını ve tüm iktisadi ve sosyal değerlerin sermayenin hiper-sömürüsüne terk edilmesini amaçlıyor.
“Bir kavram ne zaman tehlikeli olur? İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca.”
“Ben doğrudan yanayım,kimin söylediği fark etmez. Ben adaletten yanayım,kimin lehine veya aleyhine olduğu fark etmez”.
Küresel finans mekanizmalarını etkileyen çarpık endeksler ile S&P/FITCH TR’nın ülke risk primini yükseltiyor. Küresel fon akışlarındaki Faiz ve LİBOR markup ları ve SPREAD’ler ile borçlanma maliyetleri artıyor…. Endeks tuzakları, ankete dayalı matematik grafik analizi yetersiz/tutarsız
“Düzene karşı olan iç ve dış tehditler ancak insanlar onlara karşı koyacak cesarete sahip oldukları zaman caydırılabilirler.”
.” ”Kredi verenler başarısızlıklarıyla yüz yüze kaldıklarında, yalnızca daha fazla borç vermeyi önerdiler.çıkar sağlama tuzağı ellerinden alındığında, güvenlerini geri kazanmak için yalvararak teşvik istediler” 1933
Ekonomik krizler ve Finansal teröristlerin taktiklerini birlikte okuyalım:
“Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”…
kitabın önsözünden….
” Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yaln ızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir.”
Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiş olur.
2004 itibariyle 3. Dünya ülkelerinin borç toplamı 2.5 trilyon dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara yükselmiştir. Bu tutar, tüm 3.Dünya ülkelerinin sağlık ve eğitim harcamaları toplamından fazla, aldıkları dış yardımın da 20 katıdır. Yine bu ülkelerde nüfusun en üst yüzde biri, ülkelerinin mali kaynaklarının ve gayrımenkullerinin %70 ila %90’ına sahiptir. Bu çağdaş imparatorluğun sinsiliği, Romalı askerleri, İspanyol fatihlerini (konkistador), 18-19 uncu yy Avrupalı sömürgecilerini fersah fersah geride bırakır. Biz Ekonomi Tetikçileri kurnazızdır. Bizler tarihten ders aldık. Kılıç taşımayız, zırh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerde yerli öğretmenler veya esnaf gibi giyiniriz. Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Yerel basında ne kadar hayırlı işler yaptığımızdan söz ederiz. Yasadışı bir şeye tevessül ettiğimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da tanım olarak yasaldır.
Ancak….. Eğer biz başarısız olursak, devreye çakallar (İstihbarat –NSA ve CIAelemanları) girer. Çakallar hazır ve nazır bekler. Ortaya çıktıklarında devlet başkanları devrilir veya feci “kaza”larda ölürler. Eğer Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bir şekilde çakallar da beceremezlerse genç Amerikalılar ölmeye ve öldürmeye gönderilir.
Bu imparatorluğun yaratılmasına ben de katkıda bulundum ve suçluluk duygusu altında eziliyorum. New Hampshire taşrasından bir çocuk nasıl oldu da bu pis işlere bulaştı?
Rivayete göre yazar, elinde kitabın müsveddeleri ile ABD’de 24 yayıncının kapısını çalar. Çalar çalmasına da bir türlü yayımlatmayı başaramaz. Yazarın da beş defa yazmaya karar verip bir şekilde(!) vazgeçirildiği kitap için yazar da çok ikilemler yaşamıştır. Her yazmaya karar verdiğinde rüşvet ve tehditlerle yazmaktan imtina etmesi sağlanmıştır. Ama kitap sonunda yayımlanır.
Kitabın arka kapağından:
‘Ekonomik tetikçiler (ET’ler) , yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır.
Nereden mi biliyorum; ben de bir ET idim’
Şirketokrasi Ve Ondan Kurtulmanın Yolları
Venezuela Başkanı Hugo Chavez, BBC Televizyonu’na verdiği röportajda John Perkins tarafından yazılan Bir Ekonomik Tetikçinin itirafları isimli kitaptan söz ederek, bu kişilerin kendisiyle de ilişkiye geçtiğini anlattı. Ülke üzerinde gözetleme uçuşları yapılmasını ve Â.B.D. danışmanlarının varlığını kabul etmesi halinde kimi fonların kullanımına açılacağının teklif edildiğini açıkladı. Bu teklifleri reddetmesine rağmen ekonomik tetikçilerin vazgeçmediğini, zayıf devlet memurları, parlamento üyeleri, hatta kendi çevresindeki ordu mensuplarına baskı yapmaya çalıştığını söyledi. Chavez, Perkins’in kitabında anlattığı gibi ekonomik tetikçilerin başarısız olmasının ardından çakalların geldiğini, askeri darbe ve suikast komplolarına giriştiğini açıkladı.
Bu insanların bugüne kadar bizim yöneticilerimizden hiçbir talebi olmadı mı?
Bir yanda milli bir otomotiv endüstrisi ya da petrol ve doğalgaz kaynakları olmayan bir ülke olarak 50 yılı aşkın süredir ardı ardına yaptığımız otoyollar, bir yanda ilk seferinde raydan çıkan hızlı trenimiz…
Patentli binlerce projeye konu olan, geleceğin enerji kaynağı olmasına kesin gözüyle bakılan Bor, Tor ve Osmiyum gibi madenlerin yok pahasına elden çıkartılması…
Yıllardır beklediğimiz devasa bütçeli tarım ve çevre projelerindeki fiyaskolar…
Kültürün görsel medyaya, eğitimin popüler kültüre teslim edilmesi…
Enerjiden turizme, sanayiden dış ticarete, ulaştırmadan bankacılığa kadar birçok alanda yapılan yanlışlar…
Pervasızca alınan borçlar, rüşvetler, yolsuzluklar…
Ve son olarak, özelleştirmeler, Dünya Bankası ve IMF yapılandırma paketleri…
Kendinize bir sorun. Bugünlere sadece basit hatalar yüzünden mi geldik?
Bu kitapta sadece Şirketokrasi’nin insanlığa on yıllardır yaşattığı kabusu değil, o canavara dur demenin denenmiş ve başarıya ulaşmış yollarını da örnekleriyle bulacaksınız.
Yıl 2008…
Dolar değer kaybetmeye başlıyor ve bu düşüş sürüyor. A.B.D.’nin en büyük ithalat kalemi olan petrolün varil fiyatı 200 dolara kadar çıkıyor. ‘Büyük Bunalım’dan sonra en büyük finans krizi patlak veriyor; yatırım bankaları batmaya başlıyor, büyük şirketler zora düşüyor.
Gündemin en popüler sorusu: Kapitalizm çöküyor mu? Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve Latin Amerika’nın farklı yönelişlerle A.B.D.’nin tek süper güç konumunu giderek daha ciddi şekilde tehdit etmesi akla başka soruları da getiriyor. Üçüncü Dünya ülkelerini bir sistem doğrultusunda modern zaman sömürgelerine dönüştüren, önceki yüzyılın başında Rus
Devrimi’ne bile destek olan, IMF/Dünya Bankası, CIA/CFR gibi mekanizmalarla her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayanlar nasıl oldu da bu krizin gelişini göremedi?
Elinizde tuttuğunuz kitap, varılan son noktaya uzanan yoldaki kilometre taşlarını teker teker açıklıyor:
Kongo’daki savaşın aslında kime hizmet ettiğini, biz ucuz cep telefonu ve dizüstü bilgisayar kullanalım diye dört milyon insanın can verdiğini biliyor muydunuz?
A.B.D.’nin Irak petrollerini bu kez çokuluslulara komik bedellerle teslim edemeyeceğinden, çünkü önünde ciddi engeller olduğundan haberiniz var mıydı?
Bono ve Bob Geldof, Angelina Jolie ve George Clooney gibi kimi starlar Paul Wolfowitz ve Tony Blair ile aynı sahnede ve mutlu yüz ifadeleriyle boy gösterdiğinde kutlanan şey neydi?
Dünya Bankası’nın 100 milyar doları nerede kayboldu?
Yıkım ihraç etmek’ ne demektir?
Tüm bunları ve daha da fazlasını konulara bizzat dahil olmuş on üç uzmanın kaleminden okuyacaksınız.
Ve mızrak ucunu ekonomik tetikçilerin oluşturduğu sistemin dünyanın yoksul halklarına nelere mal olduğunu bir kez daha, üstelik kanıtlarıyla göreceksiniz.”
“Ekonomik tetikçiler (ET’ler) yerküre üzerindeki ülkeleri, trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir.” der. “Dünya Bankası, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve diğer yabancı “yardım” kuruluşlarından, büyük şirketlerin kasalarına ve Dünyanın tabii kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında, kredi notu, ülke raporu, bilgilendirme notu kadar; sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks, cinayet ve şantaj bulunmakta….. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmış durumda… Nereden mi biliyorum; ben de bir “ET” idim…” demektedir yazar. Bundan sonra hiçbir şeyin göründüğü kadar masum olmadığını söylemeye gerek yok….
Döviz kuru, kuşkusuz, bir ekonomideki en önemli makroekonomik fiyatların başında gelmekte. Döviz kurunun “dengesinin” ne olduğu ve nasıl oluşacağı soruları yıllardır iktisat dünyasını meşgul ettiğini konunun uzmanları söylüyor…. Tam olarak kesin bir hüküm içermemekle birlikte, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarından arındırılmış reel değerinin, “döviz dengesi” olarak algılanabileceği konusunda genel bir görüş birliği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iktisat biliminde “satın alma gücü paritesi” diye tanımlanan söz konusu reel döviz fiyatı, Türkiye ekonomisinde döviz piyasalarındaki dengesizliklerin de doğrudan yansımasını verdiğini yazıyor kitaplar… .
Türkiye’de Dolar / TL ilişkisi sadece ekonomik – finansal bir çarpan değil direk sosyo-psikolojik bir faktör…. Bu sebeple de ekonomik-finansal durumunun çok üstünde bir ‘’ ALGI ’’ çarpanı mevcut olduğunu yazıyor ekonomi kitapları….. Bunun, tarihsel – ekonomik – sosyolojik nedenlerini, konunun uzmanları yanıt arıyordur herhalde!…. Hatta bunun sosyolojik nedenleri için tüm yakın tarihimizi tam olarak kapsayan sosyal-siyasal ve ekonomik bir alan araştırması, konun uzmanları tarafından gündeme getiriliyordur…Ya da bu konuda çalışmalar yapıyorlardır... “Dolar /TL ‘nin ekonomik – finansal etkileri ve sonuçları hiç o kadar komplike ve içinden çıkılmaz bir konu değil”diyor konun uzmanları..; Ve insanların sosyo-ekonomik genel davranışlarını etkileyen temel kritik faktörün“Beslenme – Barınma” gibi iki temel basit ekonomik etkileşimler olduğunu yazıyor ekonomi kitapları….
1980’lerde ekonomik – siyasi – toplumsal krizler ve değişimler kentleşmenin daha da artmasına bu sonuç ise Toplumsal – sosyal yaşam biçiminin getirdiği güvence ‘’ ‘’Bireysel ekonomik – finansal güvence gereksinimine ‘’ evrildiğini….. Ancak Banker olayları – banka spekülasyonları – ‘’enflasyon paramı eritti’’ tekrarları, toplumsal algının tamamen bozulmasına, bu olgu ise beraberinde ;hem servet – tasarruf – sermaye sahipleri hem de orta-alt gelir grupları kolayca kullanabilecekleri pratik , finansal anlamda güvenli iki enstrümana dolar/mark ve altına yönelmesini neden olduğunu. yasa dışı döviz ticareti’’ yerini ‘’ serbest kur – serbest ticarete’’ bıraktığını dile getiriyor konun uzmanları…. Özetle yeni konjöktüre ve tarihsel akışa göre baştan oluşan sosyal – ekonomik –kültürel – finansal doku altın ve döviz iki finansal enstürmanını ‘’vazgeçilmez’’ olarak içselleştirmiş…. Bu olgu, hiçbir sınıfsal ayrım gözetmeden hem servet sahiplerinin hem de alt – orta gelir grubunun davranış tarzının sosyo-psikolojik bir aktörü olmuş . 1990’lı yılardan sonra ise artan dış dünya ekonomik faaliyeti artık Döviz/TL ilişkisini ‘’ sosyo-ekonomik güvence /tasarruf ‘’ anlamından çıkartıp tüm ekonomik etkileşimin baş finansal aktörü yapmış. Tasarruf – servet ve akış anlamında bir iş bölümü gelişmiş, altın daha çok servet – tasarruf alanında kalırken döviz akış – gelir tarafında yerini almış….
Uzmanlar son zamanlarda ki gelişmeler ile ilgili aşağıda ki önemli tespitlerde bulunuyorlar… Bu tespitlerinden altını çizdiğimi birlikte okuyalım:
” Türkiye’de kamu dengelerinin ve bankacılık yapısının sağlıklı yapısı ve Türkiye’nin ihraç piyasalarına bağımlılığının düşük olması küresel tahvil piyasalarındaki bozulmaya karşı Türkiye’yi korumakta, ancak maliyet artışlarının negatif etkileri elbette var ancak ABD seçim sonuçlarının ekonomi politikalarının yönü ve içeriği üzerinde yarattğı belirsizlik kapsamında gelişmekte olan ülkelere yönelik risk algısının değişmesi ve Fed faiz artırımı beklentilerinin etkileri de sermaye çıkışlarının ve TL’nin kırılganlık şiddetini yükseltmekle”
Bir bilim adamı notu: “Dolar endeksinin aşırı güç kazanımı ağır bir yük olma yolunda… Dxy teknik anlamı ile 105 hatta…Daha yukarılara gidebilir mi? Teorik olarak evet ama 102 civarında “ağırlaşma” başladı. Ve gittikçe daha ağır olacağında şüphe yok…. Bu noktada 102 önemli. Dolar endeksinin 102.68 seviyesini aşması durumuna dikkat edilmelidir. Bu seviye üzerine çıkılmaz ise yük her geçen gün ağırlaşacak. Aşırı değerli dolar’ı istemeyenler arasında ABD ilk sırada. Üstelik Faiz artışı zamanı yaklaşırken. Çünkü ithalat büyümeye negatif etki yapacağı açık….”.”Ancak daha ziyade aşırılık konusuna değinmek faydalı olur. Çünkü aşırılıkların genel özelliği, doğası gereği sonlanmasının ani olmasıdır.Bu aşamada olayı aydınlatacak yanıtın saklı olduğu kritik soru şu: Şu son bir ay içerisinde mevcut olaylara ne eklendi de Türk Lirasında bu kadar ciddi bir değer kaybı oluştu? Son bir ay ülke gündemindeki yeni tek konu Türkiye’nin küresel güçlere karşı hem içte hem dışta verdiği mücadelen rahatsız olanların yaptığı manipülasyon ile Türkiye’yi çökertme operasyonudur..Demek ki TL’deki değer kaybının nedeni bu manipülasyonun / operasyonun yarattığı risk artışıdır.
Bir başka not:Petrol fiyatlarının “kaç dolar” olduğu tek başına bir anlam ifade etmez.petrol ancak dolar’ın “kaç para” olduğu ile beraber “fiyat” ifade eder. Petrol aynı zamanda 3 konuya işaret eder ; –
–Dünya ekonomik aktivitesini
–Dünya sermaye piyasası hareketlliliğini
–Borç ve para Piyasasını
Bu not şimdilik burada kalsın…Moody’s, Fitch, Standard & Poors… Uğraşı alanlarının (“piyasanın”) yüzde 95’i onların denetiminde. Bu şirketleri, ayrım yapmadan “Üçlü Çete” demekte beis yok…
Üçlü Çete, son iki yılda Türkiye’nin puanını üst üste kırdı. Nedenlerine göz atalım.
“Kerameti kendinden menkul” kuruluşlar…
Kredi derecelendirme kuruluşları, yani Üçlü Çete, uluslararası piyasalardan kredi arayan devletleri (ülkeleri), şirketleri, kurumları, bankaları izler. Bunlara verilen puanlar, olası borçlunun güvenilirliğini ölçer.
Borçlunun temerrüt riski arttıkça düşen bir puan… Düştükçe, kredinin maliyeti yükselir; koşulları ağırlaşır. Aşağılarda, “yatırım yapılamaz”, hatta “çöp” eşiklerinin aşamaları yer alır.
Bu puanları, sadece kredi veren, tahvilleri pazarlayan uluslararası bankalar izlemez. Menkul kıymetler piyasalarına dönük fonları, plasmanları yönlendiren finansal şirketler de dikkate alır. “Müşteriler” kim? Finans kapitalin, “kupon keserek, kâğıt satarak yaşayan”, rantiye, asalak, spekülatör kesimi…
Finans kapitalin yükseldiği, şiştiği bir dönemin “ucubeleri”nden söz ediyorum. Sıradan insanların gönenci bakımından fuzulî, asalak; kapitalizmin bugünkü aşamasında işlevsel, gerekli organizmalar…
“İşlevsel”, ama, “tahripkâr” da olabiliyor: Üçlü Çete’nin “kerameti kendinden menkul” kuruluşlar olduğu 2008 krizinde ortaya çıktı. Yüksek puan verdikleri astronomik borç senetleri battı; emekçiler konutlarını yitirdi; finansal kriz tetiklendi. Hesap sorulmadı; marifetlerini sürdürdüler.
Üçlü Çete, birkaç yıldan beri Türkiye’yi tedirgin etmektedir: Önce, Türkiye’nin kredi puanını “yatırım yapılamaz” eşiğine indirdiler. Niçin?
2013’te FED parasal daralma kararı aldı. Yükselen piyasa ekonomilerinden para çekilmesi başlayacaktı. “Hangileri çok riskli?” sorusu gündeme geldi. Üçlü Çete, “bu ülkeye daha fazla açılırken dikkat edin…” anlamına gelen “yatırım yapılamaz” puanını Türkiye’ye de yakıştırdı. Hızla bozulan dış kırılganlık göstergelerini dikkate alarak…
Üçlü Çete, 2017 sonrasında da Türkiye’nin “gidişatını” beğenmedi; TL’li tahvil ve hisse senetlerine para bağlayan yatırımcıları uyardı: Türkiye’nin kredi puanını üst üste düşürdü; “çöp” düzeyinin alt aşamalarına çekti. Moody’s son darbeyi 18 Haziran’da vurdu: 18 Türk bankasını kredi puanlarını birer çentik daha indirdi.
“Üçlü Çete” son iki yılda Türkiye’nin kredi puanlarını niçin düşürdü? Türkiye raporlarında, notlarında yer alan gerekçelere göz atalım.
Önce, Türkiye ekonomisinin dış kırılganlık göstergeleri üzerinde yoğunlaşıyorlar: “Yüksek cari işlem açığı, dış kaynak akımlarına aşırı bağımlılık, şirketlerin dış borçlarının, bankaların kısa dönemli dış finansman gereksinimlerinin yüksekliği, döviz rezervlerinin zayıflığı” bu notumuz şimdilik burada kalsın..
“Üçlü Çete”nin 2017’den sonra iktidara yönelttiği bu eleştirilerin arka planında neo-liberal makro-ekonomik programın ilkeleri yer alıyor. Bunlardan sapma yakından izleniyor.
Bu ilkeleri sıralayalım:
- Sermaye hareketlerinin serbestliği esastır; güvence altına alınmalıdır.
- Merkez bankaları siyasî iktidara karşı bağımsız, özerk olmalıdır.
- Para politikası enflasyon hedeflemesine dayanmalı; merkez bankalarının politika faizleri enflasyonu aşmalı; döviz fiyatları piyasalara bırakılmalıdır.
- Malî disiplin: Bütçe açıkları ve kamu borçları belli eşikleri aşmamalıdır.
Bu ilkeleri çiğnediği için bugün Üçlü Çete ve diğerlerince eleştiriliyor. Ancak Türkiye 2002’de IMF-Dünya Bankası anlaşmaları içinde uygulanan kapsamlı neo-liberal programı stratejik, yapısal öğeleri kesintisiz sürdürüldü; genişletildi: Kapsamlı özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaşması, işgücü piyasalarında emek örgütlerini eriten esnekleşme, altyapı yatırımlarında İnşaat sektörünü ihya eden kamu-özel işbirliği (KÖİ) modeli vd… Bu program: yabancı sermaye hareketlerinin daralmaya başladığı Sonuçlarından uzun süre hoşnut kalındı. Bol sermaye girişinin yaşandığı 2003-2007 ve 2010-2014’te ekonominin canlılığı ve yoğunlaşan dış bağımlılığı bu uygulamanın ürünüdür.2015’e kadar sürdürüldü.1989’da başlatılan sermaye hareketlerinin serbestliği, istisnasız uygulandı; her kritik aşamada teyit edildi.
Burada soru şu Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamay konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmemiştir; aynı zamanda çaresiz kalmıştır.Bu çaresizliğe Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanları da kısıltladılar: Serbest sermaye hareketleri ortamında faizleri fazlaca indirirlerse yabancı sermaye kaçacak; önce döviz fiyatları, sonra enflasyon sıçrayacak. Böyle bir ikilem içine Türkiye’yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim? Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar..
özetle, şu anda dövizde ki hareketin ana kaynağı hem küresel hem de Türkiye’nin bekâsına yönelik tehditi ortadan kaldırmak için küresel oyun kuruculara karşı verdiği varoluş mücadelesinden kaynaklanmakta ….
i-ABD Seçim sonucu , ii-Yıl Sonu pozisyon kapama, iii-Fed Faiz Arttırımı, iv-Türkiye’nin dün olduğu gibi bugün de yedi düvele ( iç ve dış güçlere) karşı varoluş mücadelesi…
Son söz:
Bütün sosyo-ekonomik kırılma dönemlerinde vasatlık ve sığlığın talebi artar. O talebin cazibesi selinde kapılarak, eksik verileri popülizm için kullanmak utanılması gereken tutumdur. Gerçek insanlık, toplumu geliştirecek olan zor yolu seçmektir; inancından geleneklere geliştirici olmayan anlayışların peşine takılmamaktır.Ekonomik büyüme analizi sadece sayıları ifade etmek doğru değil. Aksine, sağlamasını yapmak, diğer istatistikler ile uyumunu ve seviyesini karşılaştırmak gerekir.Sağlıklı büyümenin en önemli üç şartı;
i-Borçlar büyüme oranından daha hızlı artmamalı
ii-Ekonomi, verimlilik (işgücü ve sermaye verimliliği) artışından çok daha hızlı büyümemeli (Eğer bir ekonomi kısa dönemlerde verimlilik artışının çok üzerinde büyüyorsa, daha sonra çok sert geri çekilmeler yapar. Ekonomi tarihi bunun örnekleriyle dolu.)
iii-Sağlıklı büyüme için ekonomi politika yapıcıları verimliliğe odaklanmalı.diğer bir deyişle yapısal reformlar gereksinim var. Verimliliği uzun vadede artıracak en önemli faktörler eğitim, hukuk, kurumsallaşma .
Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” başlıklı kitabı her ekonomi politika yapıcısı tarafından okunması gereken bir kitap.https://goo.gl/WCmHUs
Büyüme isthdam demek,büyüme gelir artışı dermek…Kalkınma, refah, yerlilik ve millilik,milli onuru koruma gibi kavramların illüzyonu ve popülizmi aşarak, ulusun geleceğini güven altına alacak ortak irade, ortak değer, ortak düşünce, ortak proje ve ortak kurumlar yaratması “ ulusal irade Seslenişine” bağlı
Döviz kuru seviyesi üzerinden piyasaya ‘felaket’ algısı pompalamak, ‘iyi niyetli’ bir yaklaşım değil. Çünkü, İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değeri üç biçimde tanımlanacağını yazar kitaplar: (i) faiz oranı; (ii) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (iii) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacağının altı çizilir… Bu bağlamda Kanımca, tartışmanın döviz kurları üzerinden yürümesinde ciddi bir kurgu hatası var. Tartışılması gereken konu kur değil, ‘risk algısı’ olmalı. Küresel ölçekte, 1980’lerin sonlarından itibaren başlatılmış; ama esas, 2010’dan bu yana birçok yönden çeşitlendirilerek ve etkisi yoğunlaştırılarak, Türkiye aleyhine yürütülen ‘çarpıtılmış’ bir risk algısı oluşturulmakta.Türkiye’nin küresel dünyadaki konumu, AB, ABD (Küresel Oyun Kurucuları) ilişkilerine yönelik akıl almaz bir ‘risk algısı’ manipülasyonu söz konusu. Öyle ki, Türkiye’nin 15 Temmuz da küresel oyun kurucuların yerli işbirlikçilerle hain işgal girişimi ve yine bu ülkelerin yıllarca Güneydoğu Anadolu’da Uluslararası Mafya Örgütünün gerçekleştirdiği terör eylemlerine verdiği her türlü lojistik destek … Uluslararası teröre karşı etkili mücadelenin sadece tüm finansman kanallarının ve lojistik desteğin güvenli biçimde kapatılması yerine bu ülkelerin pek çoğunun Türkiye’ye çifte standart ve düşmanca tavırları… sütten çıkmış (ak) kaşık gibi eleştirileri ve hesap sormaları, ‘üst akıl’ tarafından Türkiye’ye yönelik ‘risk algısı’nın olumsuzlaştırılması adına aleyhimize döndürülmeye çalışılması da beyhude olacağından kimsenin şüphesi olmasın!….
Dünyada ki tüm ülkelerin bir istikrarsızlıktan geçtiği şu dönemde, herkes kendi sorununu yönetilebilir hale getirmeye çalışırken, tüm tüzel ve gerçek kişilerin de üzerine düşen yükümlülükler bulunmakta…. Ekonomik bağımsızlık söz konusu ise :
- konut ve iş merkezleri satışında,
- kiralar da,
- ihaleler de vb…
Dolar ve Avro ile yapılmasından vazgeçilmesi….
Küresel oyun kurucular tarafından çok önceden planlanan ve yerli işbirlikçileri ile sahneye konan işgal girişimi, 15 Temmuzda insanlık Tarihinin Gelmiş Geçmiş En Büyük Birlik Gösterisi ile bozuldu… Türkiye ekonomisini bozarak Siyasi iktidarı yok etme operasyonu,ikinci hamlesi kredi derecelendirme kuruluşları ile geldi…Bu da başarısız olunca …Şimdi Üçüncü hamle…
Üretkenlik kazanımlarının gerilemekte olduğu sanayisizleşen ve tasarruf üretemeyen dışa bağımlı bir ekonomiden kurtulmak için taze ve nitelikli fon girişini sağlamak için Mahfi eğilmez hoca’nın “Ekonomide Kısır Döngüler ve Çıkış Yolu” .algoritması https://bit.ly/2B2pTuW önemli bir rehber ..Yapısal köklü çözümlerle(**) bu handikapları da ortadan kaldıracağından…Yapısal önlemlerle bertaraf edileceğinden…Oyunun bozulacağından kuşkumuz yok…
Saygılarımla.
Sağlıcakla kalın!
Günleriniz hep aydınlık olsun!
Yüreğinizde sevgi daim olsun!
Yüreği “Berkehan ve Bilgehan Deniz” kadar temiz olanların!…
Referans:
İlgilenenler okusun diye :
http://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/280/kuresel-gucler-ve-yerli-isbirlikcileri
http://portal.dpu.edu.tr/orhan.elmaci/makale_oku/326/algi-operasyonu-psikolojik-manipulasyon2
26.01.2017 Bir Not:
UBS: Anayasa değişikliği referandumda onaylanırs siyasi zemin istikrar kazanır!
http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1978884-ubs-turkiye-tahvilleri-cazip
http://voxeu.org/article/greatest-reshuffle-individual-incomes-industrial-revolution
Uluslararası dolar terimi, bir ABD dolarının ABD’de alacağı kadar mal miktarının belirli bir ülkede alınabilmesini sağlayan parasal tutarı ifade eder.
NOT:Yukarıda anlatılanları yeterli bulmayanlar için Yaşar Erdinç’in “Para Harekâtı” kitabını öneririm…Bu kitaptan bir kaç satır…Birlikte okuyalım: “İşe geldiğinde saat 12:00’yi geçmiş personel öğle yemeğine çıkmıştı. Masasının üzeri yapılacak işlerle doluydu. Tam işleri düzene sokmak üzere elini masanın üzerindeki evraklara atmıştı ki, durdu. Bilgisayarına yöneldi. İnternet arama motorlarından birine girerek “Financial Crises” (finansal krizler) kelimelerini yazıp “enter” tuşuna bastı. Bir an önce literatür taraması yapma ve bilgilenme isteğini frenleyememişti. Yüzlerce sonuç bilgisayar ekranında belirdi. Sırasıyla başlıkları okumaya başladı. İçeriğinde Arjantin, Brezilya, Rusya yazan birçok makale listelenmişti. Bu ülkelerin hepsi, bir şekilde Türkiye’deki krize benzer krizler yaşamışlardı. Makalelerden birinin başlığının altında yer alan, birkaç satırlık açıklama bölümünde gördüğü iki kelime beyninde şimşek çaktırdı: “Financial Terrorism” (Finansal terörizm). Bu kelimeleri hayatında ilk defa yan yana görmüştü. “Nasıl yani” dedi gayri ihtiyari olarak. İlk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, ilgili linkin üzerini tıkladı ve karşısına çıkan başlık oldukça çarpıcıydı. (s:22.)
“Wall Street’s financial terrorism: New weapons, same old imperialism. By Bob Djurdjevic, Chronicles, [5 December, 1997]” (Wall Street’in* finansal terörizmi: Yeni silahlar, aynı eski emperyalizm. Yazan Bob Djurdjevic, Chronicles dergisi, 5 Aralık 1997. Heyecanla yazıyı okumaya başladı Hülya. “Eski İngiliz İmparatorluğu ve Yeni Dünya Düzeni (YDD) İmparatorluğu arasındaki paralellik şaşırtıcıdır. Öyle ki, eski dünya düzenindeki İngiliz Krallığı, amaçlarına ulaşmak için saldırgan askeri güçlerini kullanırken, YDD İmparatorluğu’nun elitleri çoğunlukla finansal terörizmi kullanıyorlar. Büyük Asya bankacılık krizi, iki imparatorluk arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı. İngiliz İmparatorluğu, İngiltere’deki fabrikalarının üretimlerini sağlamak için, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını aşırarak kuruldu. Kırmızı ceketlilerin† diğer ülkeleri işgalleri sonrasında, yerel kültürler bertaraf edilerek, İngiliz yaşam biçimiyle değiştirildi. Wall Street’te yükselen YDD İmparatorluğu diğer ülkelere verilen borçlar ve yatırımlar ile inşa ediliyor. Balık oltaya geldiği anda YDD’nin finansal teröristleri misinayı yukarı çekiyorlar ve hiç şüphe duymayan bu kazazedeleri havada kupkuru bırakıyorlar. Oltaya gelenler kurtarılmak için yalvarır durumda kalıyorlar. Bu gibi durumlarda imdada IMF yetişiyor. Özelleştirme, ticaretin serbest bırakılması ve diğer istikrar programlarıyla hedefteki ülkelerin kaynaklarını kesiyor ve bu ülkelerin yüzlerini YDD elitlerine çevirmesini sağlıyorlar. (* Wall Street, ABD New York Borsası’nın yer aldığı caddenin adıdır. † İngilizler için kullanılmıştır.)Aynen İngiliz İmparatorluğunun daha kaba yöntemlerle yaptıklarına benzer şekilde. IMF* işgallerinin hemen sonrasında yerel kültürler, aynı Kraliçe Viktorya zamanında olduğu gibi maddeci batı yaşam tarzlarıyla ikame ediliyorlar…” Makale devam ediyordu ve Hülya şoktaydı. Düşünceleri bir an için üç yıl geriye gitti. Babasının yıllarca çabalayarak oluşturduğu varlıkların tümü, bir gecelik bir olay sonrasında en güçlü rakibinin ve yabancıların eline geçmişti. Her şeylerini kaybetmekle kalmamış, canından çok sevdiği babası da ebediyete gömülmüştü. “Gerçekten de yazarın işaret ettiği gibi, kriz sonrasında IMF’nin kapısı çalındı, yeni bir istikrar programı başladı, birçok şirket ucuz fiyattan yabancıların eline geçti. Üstelik bunları yazan ve söyleyen fanatik milliyetçi bir Türk değil, bir yabancı, bir Amerikalı” dedi kendi kendine. Yazar hakkında daha detaylı bilgiye ulaşmaya çalıştı ve yazının sonundaki açıklamalarda bu bilgiyi buldu. Yazar Djurdjevic, Amerikalı bir iş adamıydı. Annex Araştırmaları adlı global ekonomi ve jeopolitik ilişkiler konusunda danışmanlık veren bir şirketi vardı. Ayrıca kar amacı gütmeyen “Medyadaki Gerçeklik Derneği”nin de kurucu başkanıydı. En önemlisi de Amerika’nın en ünlü ve en çok satan Forbes ve Chronicles dergilerinin yazarıydı. Okuduğu yazı bu Chronicles’da yayınlanmıştı. Makalenin en alt satırında verilen web sitesine bağlandı (www.djurdjevic.com)(s.23). İnanılmaz sayıda rapor ve çalışma olduğunu gördü. Çok uluslu şirketlerin global dünyadaki oyunlarından tutun da, ülkeler arası strateji oyunlarına kadar her şey vardı sitede. Hemen bu adresi bilgisayarının sık kullanılanlar bölümüne ekledi.”(s.24).
(*) IMF, Uluslararası Para Fonu’nun (International Monetary Fund) kısaltılmış halidir.
Doların Değeri …….https://goo.gl/NHYuca (17.04.2018) –
(**) Türkiye, tüketerek büyüdüğü tezi doğru bir tez değildir. Çünkü büyümeye üretim ve tüketim açısından birlikte değerlendirilmesi daha doğru bir yaklaşımdır.Türkiye, tüketerek büyümüş gibi görünmekle birlikte bu tüketimi yapabilmek için üretimini de artırmış olması gerekir. Çünkü iktisat kitapları “tüketim olmadan üretim, üretim olmadan yatırım olmaz” diye yazıyor. Bir ekonominin tüketmeden büyümesi ancak ve ancak ürettiği her şeyi dışarıya satmasıyla (ihraç etmesiyle) olabilir ki böyle bir şey olanaksız. O halde ekonomi bir yandan tüketecek, bir yandan dışarıya mal satacak, tükettiği ve dışarıya sattığı malları yerine koyabilmek için de üretecektir.
Türkiye’nin sorunu üretmemesi ya da üretmeden tüketmesi değildir. Türkiye’nin bu konudaki birinci sorunu; ürettiği malların içinde ithal girdilerin büyük yer tutmasıdır. Üretimde kullanılan ithal girdilerin ağırlığı nedeniyle kur yükseldikçe üretim pahalanmakta ve dolayısıyla enflasyon artmaktadır. Bu sorunu çözebilmek için ithal girdi miktarını azaltmak ve o girdileri burada dünya ile rekabet edebilecek biçimde üretmesi gerekir. Bunun bir yolu da teşvik sisteminin bu amaca yönelik biçimde kullanılmasıdır. İkinci sorun; Türkiye’nin üretiminin düşük teknolojili, markasız ürünlerde yoğunlaşmasıdır. Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 3,7’dir. Orta ve düşük teknolojili mallar ihracatı düşük döviz getirisi sağlamaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin ithalatındaki yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 14’dür. Bunlara yüksek miktarda döviz ödemektedir. Bu sorunu çözebilmenin en kestirme yolu bilime yönelmek ve AR-GE yatırımlarına ağırlık vererek üretimin niteliğini yükseltmektir.
Özetle söylemek gerekirse Türkiye açısından tasarrufun düşük, tüketimin yüksek olduğu tezi doğru olmakla birlikte üretmeden tüketmek tezi doğru değildir. Türkiye’nin sorunu üretmeden tüketmek değil, tasarruflarını artıramamak, üretimin dışa bağımlılığını azaltamamak ve üretimin niteliğini arttıramamaktır.Bunun içinde Türkiye’nin yapısal reformalara acil olarak yapılması yerinde olacağı açıktır. Rüştü Bozkurt hoca ,bu konuda aşağıda başlıklar halinde özetlenen sekiz yapısal reform bileşenlerini, karar sürecinde ne ölçüde değerlendirdiğimizi sorgulamamız gerektiğini belirtiyor:Bu özetlenen sekiz yapısal reforumu birlikte okuyalım:
i) Her “yapının” bir “fiziksel varlık tabanı” vardır; Fiziksel taban dikkate almadan yapılar oluşturulamaz.
Ele aldığımız konunun dört temel fiziksel bağlamını dikkate almalıyız: Birincisi, yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizin reformu yaşama taşımada yarattığı potansiyelin ne olduğunu açığa çıkarmaktır. İkincisi, her yapının bir işlevi ve kültürü olacaktır; o işlev ve kültürü oluşturan, yapıların içine hayat katan insanların kültürel bağları ve yeni kültür oluşturma istekliliği de dikkate alınmalı. Üçüncüsü, İnsan kaynağı bağlamı dikkate alınmadan bir yapı oluşturulamaz, oluşturulsa bile yapının içine hayat dolduramayız. Dördüncüsü, fiziksel yapı bağlamında “fiziki sermaye stokumuz” değerlendirmektir. İnsan eliyle yapılan enerjiden limanlara, yollardan dağıtım şebekelerine aklınıza gelen fiziki sermaye stoku da yapıyı oluşturan bileşenlerdir. Fiziki varlıklar arasında beşincisi ve ihmal edilmemesi gereken bir başka bileşen “örgütlenme düzeyidir.” Örgüt değişkenini dikkate almayan yapısal reform önerilerinen ayakları boşlukta kalır.
ii) Ekonomide “üretim yöntemleri” ve “ürünler” de yapı bileşenleridir. Özellikle sayısal teknolojinin gündeme getirdiği akıllı ve bağlantılı ürünler, süreçlerin uçtan uca gözetimi ve denetimi, uzaktan kontrol imkanları gibi onlarca yeni gelişme de yapı tasarlarken özenle analiz edilmesi gereken bileşenlerdir. Yine sayısal teknolojinin gündeme getirdiği “üretim yöntemleri” ve “ürünlerin” doğalarındaki değişme de yapısal reform tasarımlarında sorgulanması gereken etkenlerdir. “Artırılmış gerçeklik” tasarımdan satışlara kadar karar verirken iç görülerimizi güçlendiren yeni teknik destektir.Yapısal reform önerdiğimizde, üretim yöntemleri ve ürünlerin artırılmış gerçeklik bağlantısını dikkate almalıyız. Tasarladıklarımız ile ulaştığımız sonuçlar arasındaki makası açıklayan “deneysel mesafeler” makasının çok açılmasını istemiyorsak, reform önerilerinin üretim yöntemleri ve ürünler bağlamını da özenle ve dikkatle analiz etmeliyiz.
Üretim yöntemleri ve ürün gibi yapı özelliklerini dikkate almazsak, yaşam biçimi ve yaşam tarzlarının etkilenme derecelerin öngörmemiş, başlangıç noktasına hassas bağlılık ilkesini ihmal etmiş oluruz. İndirgemeci bir yaklaşımın tuzaklarına yakalanarak kaynaklarımızı ciddi biçimde israf edebiliriz.
iii) “ Finansal sistem ve finansal araçlardan” bağımsız bir yapı oluşturulamaz. Bankacılık sisteminin yapısı ile reform fikrimiz arasındaki etkileşimi analiz metodumuz belirlenirse, reform fikrinin sadece fikir düzeyinde kalması önlenir, bilincin temel bileşeni olan “beklentilerimizi” daha etkin yönetiriz. Yapı analizlerinin finansal boyut sorgulanırken, sigorta sistemlerinin yapısı, sermaye piyasaları ve diğer bütünleyici destek sistemlerinin de tasarlanan yapıyı nasıl etkileyeceğini öngörmeden ciddi bir yapısal reformda söz etmiş olmayız.Finansal araçlar bağlamında, sermaye piyasaları gibi diğer araçların gelişmişlik düzeyi de reform tasarımızda mutlaka analiz edilmeli, sadece yerel ölçekte değil, küresel ölçekte etkileşimleri dikkate alınmalıdır ki, tasarlanan reform etkili sonuçlar üretebilsin.
iv) Yapısal reform fikrini hayata taşırken, temel yapı bileşenlerinden biri de “hukuk sistemi”dir. Hukuk alanında da bütünsel bir bakış gerekir. Önce özel hukuk alanında bütünleyici önlemler üzerinde kafa yorulmalı. Ticaret hukukunun hangi bağlamıyla ele alınması halinde etkili olacağı sorgulanmalı. Medeni hukuk boyutu ciddi biçimde gözetilmeli ki, bir yapısal reform yarattığı beklenti ile yarattığı sonuç arasındaki makası kapatabilsin.
Hukuk Sistemi ve olgunlaştığı ekosistemi kavramadan tasarlanacak yapısal reformların bir yanı eksiklikli olacaktır. Kanun önende herkesin eşitliğini, hakimin bilgi, gelir ve atanma bağımsızlığını, yasa yürürlükte olduğu sürece eleştiri hakkımızın olduğunu, ama uymama hakkımızın olmadığını gözeten bir yapısal reform tasarlamalıyız.
v) Yapısal reform talebini gündeme taşıyanlar “sosyal ve kültürel sistem bağlamını” asla ihmal etmemeli. Teknolojinin yarattığı yeni üretim sisteminin sosyal ve kültürel yaşam üzerine olası etkilerini öngörmek önemli. Bu açıdan insan ihtiyacını öngören, ona göre eğitimin kuramsal çerçevelerini oluşturan toplumlar reform önerilerinden etkili sonuçlar alabiliyor.Yaratılmak istenen sonuçlara en kısa yoldan gitmek isteniyorsa, reform “ sosyal ve kültürel sistem bileşeni” özenle sorgulanmalı. Fırsat eşitliğini, eşit hakları, kültürel erişebilirliğe etkilerini, sosyal güvenirlilik düzeyini, sağlık sorunlarına etkilerini ve emeklilik gibi alanlarda yaratacağı sonuçları dikkate almadığımız reform önerisi de yetersiz kalacaktır.
vi) Yapısal reform önerilerinin başarısı “bilimsel ve teknolojik birikim bileşenini” de dikkate almaya da bağlıdır. Sorun çözmemiz için bilimsel bulguların etkilerini görmezden gelemeyiz. Sorunların çözümünün yegane aracı bilgi birikimimiz olduğu, çağımızda veri ve bilgiyi değere dönüştüren toplumların öne geçtiğini biliyoruz. Toplumun teknolojik uygulamaların düzeyini gözardı eden bir yapısal reform önerisi gündeme taşınmamalıdır.
Yakın gelecekte teknik gelişme üretim sistemini köklü biçimde değiştirecek. Yeni tekniklerin “üretimi bireyselleştirme potansiyeli” çok yüksek. Üretim süreçleri, işgücü profilleri daha şimdiden ciddi biçimde değişti. Tedarik, dönüştürme ve lojistik sistemleri dünün paradigmalarıyla yaşayamıyor.
Önümüze gelen bir yapısal reform önerisinin başarı olasılığını hesaplamak istiyorsak, mutlaka “bilimsel ve teknik birikim bileşeni” bağlamıyla da analiz etmeli, öngörü ve önlem alma disiplininden geçirmeliyiz.
vii) Hangimiz bir toplumda geçerli olan “siyasi sistem” ve “siyasi ürünleri” dikkate almadan başarılı bir bir reform önerisi sunabiliriz? Siyasi partiler pratikleri; seçim sistemlerinin kitle eğilimlerini yansıtması, yasama yetkisinin etkin kullanılması ve yürütmeyi denetlemesi, demokratik ve otoriter yönetimlerin kaynak kullanma verimi, büyüme ve refah bağlamlarını dikkate alınmayan bir yapısal reformun içine hayat doldurulabilir mi?
Yeni dönemde, ülkemizin yönetişim kalitesini artırmak istiyorsak; yapısal reform önerilerimizde “siyaset üretimi” ve “siyasi ürünlerin” reformlarla etkileşimini sorgulamalıyız ki, etkili sonuçlar alabilelim.
viii Yapısal reform dendiğinde “sosyal sınıflar” ele alınmamışsa, reformların toplum zihninde meşrulaştırılması zorlaşır. Sosyal sınıfların bireysel ve mikro düzeydeki etkileşimi de reform tasarılarında analiz edilmesi gereken hususlardır. Meslek edinme ve meslek edinmenin destekleme biçimleri, ana ve babalık kalitesinin artırılması, aile danışmanlığı programları, suç işleyenlerin topluma kazandırılması, engellilerin rehabilitasyonu gibi sosyal bağlar da reform kararlarında ele alınmalıdır.
Daha üst düzeyden bakıldığında, bir reform tasarımının “kent planlamasını” bağlamını da ele almış olması gerekir. Ayrıca ulusal ölçekte de “siyasi katılımın artırılması” gibi sorumlulukları gözardı etmemelidir.
Bir yapısal reform önerisi yapanların, en azından bu yazıda başlıklar halinde özetlenen yapı değişkenlerini bir bütün halinde değerlendirmesi gerekir.
This Post Has 0 Comments