Skip to content

Gezegensel Sınırlar: Ülkelerin İklim Değişikliğine Karşı Hedefi Var, İcraatı Yok!

Neoliberal Ekonomik Yapıda Ülkelerin İklim Değişikliğine Karşı Hedeflere Ulaşması Mümkün mu? Neoliberalizmin Havuz Problemi

Shyam Sunder: “Karbon Dengelemeleri: Gerçek mi, Hayali mi?”

Paul Williams : “Neoliberal Teknoloji Olarak Muhasebe”

Zabihollah Rezaee: “Finansal Ekonomik Sürdürülebilirlik Performansında Sahtekarlık”

Güler Aras: “Karbon Dengeleme Programında Şüphe Tohumları”

28. Taraflar Konferansı (COP 28)’ın çöp28.  Dubai’de, bugüne kadar hiç görülmemiş sayıda fosil yakıt şirketi lobicisi var. En büyük üçüncü fosil yakıt üreticisi olan Abu Dhabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan Al Jaber başkanlık ediyor  olması da başka bir ilginçlik ve trajikomik.

Insanlar hala “dünya bunca zaman döndü, şimdi bizim yaşam süremizde mi patlayacak” muhabbetinde. Dünya patlamayacak. Insanlar ve bildiğimiz türlerin en az %75’i onun üzerinde barınıp tutunamayacaklar. Bunun kaçınılmaz hale geleceği eşiği geçmemiz ise, akıllı olmazsak, bizim hayat süremize denk geliyor. Dünyamız 4,5 milyar yıl yaşında. Sırf son 500 milyon yıl içerisinde 5 defa tüm türlerin %75’inden fazlasının ölümünü içeren toplu tükenişler yaşayıp milyonlarca yıl içinde yeni süreçlerle tekrar renkli yaşam gördü. Insanlar 6 milyon yıldır dünya üzerinde. Dinozorlar 140 milyon yıl dünya üzerindeydiler. Yani, zamana, zamanın neresinde olduğumuza, hiçbir şeyin bizimle başlayıp bizimle bitmediğine, uyanmamız lazım.  Bizim insanlar olarak 4.5 milyar yıllık dünya tarihinde hiç denk gelinmemiş bazı özelliklerimiz var. Zamanı kendi geçiciliğimizi ve evreni algılayabiliyoruz. Bir gezegende daha yaşam kurabilme ve bu suretle türümüzü sürdürülebilir kılma ihtimalimiz var. Öte yandan, kendi gezegenimizin üzerindekileri silkeleme döngülerini kendi elimizle tetikleyip hızlandırma riski de sadece bizim türümüze ait. Kendi gezegenimizin döngülerini gözleme ve yoğurma kabiliyetimiz, yine, bize özgü.  Işte bu kritik dengelerin en hassas hale geldiği yaşam süreleri, 2015 ile 2035 arasındaki 20 senede dünya üzerinde etkide bulunabilecek olan insanlar. Zaman, her şeyin ilacı. Bir gezegeni çekirge sürüsü gibi yemeye kalkışırsa, insan zararlısının da ilacı, zaman olur. O durumda 10 milyonlarca yıllık süreçler sonucunda bu gezegene yine akıllı ve bilinçli bir tür gelir mi, bilinmez. Gelirse, bizim kazıp dinozorları bulduğumuz gibi bizi bulduğunda, “imkanları da varmış, niye göz göre göre toplu tükenişe gitmişler?” sorusunu soracaklardır. Cevap, ne yazık ki, “kurdukları düzen yeterince hızlı toplu irade gösterilmesine el vermemiş” cümlesinden ibaret olacak. Bunu değiştirmek, şu anda kendi etki alanında hamle yapabilecek her bir kişinin o iradeyi bir diğerinden bağımsız olarak ortaya koyabilmesine bağlı. Bu yazı bir ilave kişinin harekete geçmesine bile vesile olsa faydadır. Insana has umutla.

(-)COP 27 sona erdi: ‘Kayıp ve Zarar Fonu’ kurulacakmış…

Fon ile, iklim krizinden etkilenen yoksul ülkelere para yardımı yapılması öngörülüyormuş…

Ancak hangi ülkenin ne kadar katkı yapacağına karar verilmemiş.

Bunun gelecek yıl yapılacak zirvede ele alınması bekleniyormuş.

Önemli bir not: İklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksul ülkeler,

yaklaşık 30 yıldır maddi destek almak için mücadele veriyor.

Stockholm Resilience Merkezinin Gezegensel sınırlar Araştırması(*)

Stockholm Resilience Merkezi (SRC) kavramı şöyle tanımlıyor; “bir sistemin, bireyin, bir ormanın, bir şehrin veya ekonominin, değişim ile başa çıkma ve gelişmeye devam etme kapasitesidir” (What is resilience, n.d). Kavram insanların ve doğanın, finansal kriz, sosyal yozlaşma, iklim değişikliği, doğal afetler gibi hangi boyutta ve kapsamda olursa olsun karşılaştığı şoklar karşısında yenilenmeyi ve yenilikçi düşünmeyi teşvik etmek için nasıl kullanabileceği ile ilgilidir. Bir felaket anında topluluğun bütün unsurları karşılaşılan şoku karşılamak ve hayatta kalabilmek için bir ağ gibi birlikte çalışmalıdır. Kavramın sosyal boyutu olan “Sosyal Resilience” ise Merkez tarafından şu şekilde tanımlanıyor; “insan topluluklarının çevresel değişim ya da sosyal, ekonomik veya politik ayaklanma gibi streslere dayanma ve toparlanma yetenekleridir”(Resilience dictionary, n.d.).

Bu noktada şoklarla başa çıkmak ve gelişmeye devam etmek neden önemlidir sorusu akıllara gelebilir. Bu soruya Godschalk (2003) “belirsizlik” diyerek cevap veriyor. İster fiziki olsun ister sosyal olsun, bir felaketin ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleşeceğini biliyor olsaydık eğer, sistemlerimizi zaten bu şoklara dayanacak şekilde inşa ederdik. O yüzden sistemlerimizi kavrama adapte etmeliyiz.

Neden bu kavrama ihtiyaç duyuldu?

Nobel Ödüllü Paul Crutzen Sanayi Devrimi ile başlayan özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dönemi tanımlamak için yeni bir kelime oluşturmuştur. Yunanca kökenli “Anthropo” yani insan kelimesi ile “cene” yani çağ kelimelerini bir araya getirerek, içinde bulunduğumuz dönemi “Anthropocene”, İnsan Çağı olarak tanımlamıştır. Tüm insanlık tarihini göz önünde bulundurursak eğer, binlerce yıldır süregelen yaşam şeklimiz yaklaşık 300 yıl içinde baştan aşağı değişti.

İnsanlığın ekosistem ile olan bağı üretim süreçlerinin değişmesi ile koptukça yeni sosyal ve ekonomik düzenler oluşturmaya, onlara adapte olmaya başladık. Yeni üretim süreçleri, yeni tüketim alışkanlıkları oluşturdu ve bizler sosyal hayatlarımızı tekrar tekrar değişen koşullara adapte ettik. Bu değişim sürecinde gözden kaçırdığımız önemli bir nokta vardı. Ekosistem bize uyarılar vermeye başlamıştı ancak biz bunları göz ardı ettik, gözlerimizi kapatmakta ısrarcı olduk. Şimdilerde ise doğa bize sağlam bir tokat atmak üzere. Ve bu tokat az gelişmiş ülkelere veya gelişmekte olan ülkelere daha insaflı inmeyecek. Aynı geminin içindeyiz ve bundan bir bütün olarak etkileneceğiz.

Stockholm Resilience Merkezi uyarıyor, gezegenimizin sınırları var. Aslına bakılırsa Roma Kulübü 1972 yılında dünyaya bir uyarıda bulunmuştu bile. Kulüp “Büyümenin Sınırları” raporu ile ekonomik büyüme odaklı yaklaşımın ekosistem üzerinde yarattığı baskıya dikkat çekmeye çalışmıştı (Meadows, Meadows, Randers, and Behrens III, 1972). Raporda ekonomik yapı ile ekosistemin birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı olduklarının göz önüne alınmak zorunda olduğu vurgulanmıştı. Lakin o yıllarda dünya henüz sürdürülebilirlik kavramını henüz kullanılmadığı gibi, daha önümüzde yaşanması gereken bir “kavramın türetilmesi ve sindirilmesi süreci” vardı.

Gezegenin sınırları

Merkezin 2009 yılında yapmış olduğu “Gezegenin Sınırları” çalışmasındaki uyarı ise çok daha çarpıcı. Genel ifadeler yerine elle tutulur, gözle görülür sonuçlar sunuyor bizlere; gezegen için 9 adet sınır tanımlanmış durumda ve biz hâlihazırda bu sınırların bazılarını aşmış bulunmaktayız. Bu dokuz sınır şunlardan oluşuyor; iklim değişikliği, okyanus asitlenmesi, stratosferik ozon incelmesi, azot döngüsü, fosfor döngüsü, küresel tatlı su kullanımı, arazi kullanımında değişim, biyolojik çeşitlilik kaybı, atmosferde asılı kalan parçacık (aerosol) yükü ve kimyasal kirlilik. Yani 1990’larda medyada hemen her gün duyduğumuz “delinen ozon tabakası” ve delinmenin sorumlusu olan deodorantlar haberlerinin çok daha ötesine geçtik.

Merkez, hızlı insani kalkınma süreci yakalama kaygısının gezegenin sınırlarının aşılmasında ne kadar önemli bir baskı yarattığını vurguluyor. Aşağıdaki şekil bu dokuz sınırı temsil etmek üzere oluşturulmuş. Sarı (artan risk) ve kırmızı (yüksek risk) renkleri ise haberlerin iyi olmadığını söylüyor bizlere.

https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/planetary-boundaries/about-the-research.html

Peki, ne yapacağız?

Doğa ana ile bağımızı acilen tekrar kurmamız ve kuvvetlendirmemiz lazım. Bu bağı insanlık tarihinin binlerce yıl sürdürdüğü hali gibi birebir oluşturmamız ancak romantik bir hayal ile sınırlı kalır. Çünkü biz bu sınırları yalnızca doğa anaya birkaç yüzyıl boyunca, ısrarla kafa tuttuğumuz için aşmadık. Bu inatlaşma sürecinde serbest piyasanın görünmeyen elini sıkıca tuttuğumuz, yemeğimizi kasabın, biracının ve fırıncının yardımseverliklerine değil, kendi çıkarlarını gözetmelerine teslim ettiğimiz ve sosyoekonomik yapılarımızda kökten bir değişim yarattığımız için aştık.

Bu noktada SRC bir paradoksu hatırlatıyor bizlere; insanlığın yenilikçi kapasitesi bizi içinde bulunduğumuz koşullara sürüklemiş olsa da bu koşulları değiştirebilecek olan faktör de yine bu yenilikçi kapasitedir. Özetle bu derdi biz yarattık, dermanını da biz bulacağız. Bu süreçte işe öncelikle doğal çevreyi toplumdan farklı bir şeymiş gibi düşünmeyi bırakmakla başlamalıyız.

Resilience bir toplum için dayanışma ekonomisi

12-17 Mart 2018 tarihleri arasında düzenlenen Dünya Sosyal Forumunda da belirtildiği gibi; resilient, işbirlikçi ve dayanışma temelli bir toplum için çözümler zaten var ve bu çözümler daha büyük bir ölçekte genişlemeli. Bu noktada dayanışma ekonomisi devreye giriyor. Birbirleri ile bağlantısı zayıf olan, dağınık ve küçük yapıları, piyasa güçlerinin karşısında duracak ve gelişecek yani daha resilient örgütler haline getirebilmemiz gerekli. Burada bizlerin üzerine düşen dayanışma ekonomisinin kamuoyunda tanınmasını sağlamak ve teşvik etmek olmalı.

Dokuz gezegen sınırı

Gezegensel sınırlar çerçevesinin çizimi.

Yedi gezegen sınırı için farklı kontrol değişkenlerinin 1950’den günümüze nasıl değiştiğine dair tahminler. Yeşil gölgeli çokgen, güvenli çalışma alanını temsil eder. Kaynak: Steffen ve ark. 2015

Stratosferik ozon incelmesi

Atmosferdeki stratosferik ozon tabakası, güneşten gelen ultraviyole (UV) radyasyonu filtreler. Bu tabaka azalırsa, artan miktarda UV radyasyonu yer seviyesine ulaşacaktır. Bu, insanlarda daha yüksek cilt kanseri insidansına ve ayrıca karasal ve deniz biyolojik sistemlerine zarar verebilir.

Antarktika ozon deliğinin görünümü, kutupsal stratosferik bulutlarla etkileşime giren antropojenik ozon tüketen kimyasal maddelerin artan konsantrasyonlarının bir eşiği geçtiğinin ve Antarktika stratosferini yeni bir rejime taşıdığının kanıtıydı.

Neyse ki, Montreal Protokolü sonucunda atılan adımlar sayesinde bu sınırın içinde kalmamızı sağlayacak yola girmiş görünüyoruz.

Biyosfer bütünlüğünün kaybı (biyoçeşitlilik kaybı ve yok olmalar)

2005 Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi, insan faaliyetleri nedeniyle ekosistemlerde meydana gelen değişikliklerin son 50 yılda insanlık tarihindeki herhangi bir zamandan daha hızlı olduğu ve ani ve geri döndürülemez değişiklik risklerini artırdığı sonucuna varmıştır.

Değişimin ana itici güçleri, ciddi biyolojik çeşitlilik kaybına neden olan ve ekosistem hizmetlerinde değişikliklere yol açan gıda, su ve doğal kaynaklara olan taleptir. Bu sürücüler ya sabittir, zamanla azalma belirtisi göstermezler ya da yoğunlukları artmaktadır. Mevcut yüksek ekosistem hasarı ve yok olma oranları, canlı sistemlerin (biyosfer) bütünlüğünü koruma, habitatı geliştirme ve ekosistemler arasındaki bağlantıyı iyileştirme ve bir yandan da insanlığın ihtiyaç duyduğu yüksek tarımsal üretkenliği sürdürme çabalarıyla yavaşlatılabilir.

Bu sınır için ‘kontrol değişkenleri’ olarak kullanılmak üzere güvenilir verilerin mevcudiyetini geliştirmek için daha fazla araştırma devam etmektedir.

Kimyasal kirlilik ve yeni varlıkların salınımı

Sentetik organik kirleticiler, ağır metal bileşikleri ve radyoaktif malzemeler gibi toksik ve uzun ömürlü maddelerin emisyonları, gezegen ortamında insan kaynaklı önemli değişikliklerden bazılarını temsil eder. Bu bileşikler, canlı organizmalar ve fiziksel çevre üzerinde (atmosferik süreçleri ve iklimi etkileyerek) potansiyel olarak geri döndürülemez etkilere sahip olabilir.

Kimyasal kirliliğin alımı ve biyolojik birikimi organizmalar için öldürücü olmayan seviyelerde olsa bile, azalan doğurganlığın etkileri ve kalıcı genetik hasar potansiyeli, kirliliğin kaynağından çok uzaktaki ekosistemler üzerinde ciddi etkilere sahip olabilir. Örneğin, kalıcı organik bileşikler, kuş popülasyonlarında çarpıcı azalmalara ve deniz memelilerinde üreme ve gelişmenin bozulmasına neden olmuştur.

Bu bileşiklerin katkı ve sinerjik etkilerinin birçok örneği vardır, ancak bunlar hala bilimsel olarak yeterince anlaşılmamıştır. Şu anda, tek bir kimyasal kirlilik sınırını nicelleştiremiyoruz, ancak Dünya sistemi eşiklerini geçme riski, ihtiyati eylem ve daha fazla araştırma için bir öncelik olarak listeye dahil edilmesi için yeterince iyi tanımlanmış kabul ediliyor.

İklim Değişikliği

Son kanıtlar, şu anda atmosferde 390 ppmv CO2’yi geçen Dünya’nın gezegen sınırını çoktan aştığını ve birkaç Dünya sistemi eşiğine yaklaştığını gösteriyor.

Yaz kutup deniz buzunun kaybının neredeyse kesinlikle geri döndürülemez olduğu bir noktaya ulaştık. Bu, üzerinde hızlı fiziksel geri besleme mekanizmalarının Dünya sistemini deniz seviyelerinin mevcuttan birkaç metre daha yüksek olduğu çok daha sıcak bir duruma getirebileceği iyi tanımlanmış bir eşiğin bir örneğidir. Örneğin dünyanın yağmur ormanlarının süregelen tahribatı yoluyla karasal karbon yutaklarının zayıflaması veya tersine çevrilmesi, iklim-karbon döngüsü geri bildirimlerinin Dünya’nın ısınmasını hızlandırdığı ve iklim etkilerini yoğunlaştırdığı başka bir potansiyel devrilme noktasıdır.

Önemli bir soru, büyük, geri dönüşü olmayan değişiklikler kaçınılmaz hale gelmeden önce bu sınırın üzerinde ne kadar kalabileceğimizdir.

Okyanus Asitlenmesi

İnsanlığın atmosfere saldığı CO2’nin yaklaşık dörtte biri nihayetinde okyanuslarda çözülür. Burada okyanus kimyasını değiştirerek ve yüzey suyunun pH’ını düşürerek karbonik asit oluşturur. Bu artan asitlik, birçok deniz türü tarafından kabuk ve iskelet oluşumu için kullanılan temel bir “yapı taşı” olan mevcut karbonat iyonlarının miktarını azaltır.

Bir eşik konsantrasyonunun ötesinde, bu yükselen asitlik, mercanlar ve bazı kabuklu deniz ürünleri ve plankton türleri gibi organizmaların büyümesini ve hayatta kalmasını zorlaştırır. Bu türlerin kaybı, okyanus ekosistemlerinin yapısını ve dinamiklerini değiştirecek ve

————————-

Referans: (*)https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries/the-nine-planetary-boundaries.html

Önemli Yayınlar 2023 Science Advances1 dergisinde yayınlanan çerçevenin üçüncü büyük güncellemesinde tüm sınırlar nihai olarak değerlendirilmiştir. Günümüzde mevcut sınırlardan altısı aşılmıştır ve ozon tabakasının incelmesi hariç tüm sınırlar üzerindeki baskı artmaya devam etmektedir. Yeni bilimsel deliller, ekibin Atmosferdeki Aerosol Yükünün Değişimine ilişkin sınırı ölçmesini sağlamıştır; çalışmaya göre bu sınır, artan baskılara rağmen henüz aşılmamıştır. Bu çalışmanın arkasındaki ekip, Biyosfer bütünlüğünü yeni bir yaklaşım kullanarak değerlendirdi ve çalışmalarında bu sınırın 19. Yüzyılın sonlarında aşıldığı sonucuna vardı.  1 https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.adh2458 ,

“Dünya dokuz Gezegensel Sınırın Altısının Aştı” yazısını buradan okuyabilirsiniz: https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.adh2458

 2022 Ocak 2022’de 14 bilim insanı Environmental Science and Technology2 adlı bilimsel dergide insanlığın,  çevresel kirleticiler ve plastikler de dâhil olmak üzere diğer “kimyasal kirleticiler”3 ile ilgili gezegensel sınırı aştığı sonucuna vardı. Nisan 2022’de yapılan tatlı sular için gezegensel sınırların yeniden değerlendirilmesiyle, bu sınırın da artık aşıldığını ortaya çıkmıştır. Bu sonuç “yeşil su”yun yani bitkilerin kullanabileceği suyun sınırların değerlendirilmesine ilk defa dahil edilmesinden kaynaklanıyor.  Nature Reviews Earth & Environment dergisinde yayınlanan bu  değerlendirme toprak neminde  Holosen çağı ortası ve sanayi öncesi koşullara göre toprak nemindeki yaygın değişiklikler olduğuna ve ekolojik, atmosferik ve biyojeokimyasal süreçlerin bitkilerin kullanabileceği sulardan kaynaklanarak istikrarsızlaştığına dair kanıtlara dayanmaktadır.  2017 Johan Rockström’ün AAK Gelişmiş Hibe Programı altındaki Antroposen’de Dünyanın Direnci 67 programı 2017 yılından beri bu çalışmanın yeni bir aşamasını finanse etmektedir. Sarah Cornell, Tiina Häyhä, Ingo Fetzer, Steve Lade, Andrea Downing, Jonathan Donges ve Avit Bhowmik gibi Merkez( SRC)  araştırmacıları, bu öncü alanların ilerletilmesinde ve giderek büyüyen uluslararası bilim insanları topluluğu arasında işbirliğine dayalı araştırma bağlantıları kurulmasında aktif olarak yer almaktadır. https://pubs.acs.org/doi/10.1021/acs.est.1c04158    

“Novel Entities” kavramını Türkçe’ye “yeni varlıklar” ya da “yeni oluşumlar” olarak çevirmek mümkün. Çerçevenin önceki hallerinde bu sınır kimyasal kirlilik sınırı olarak adlandırılıyordu. Ancak son hallerinde, tamamen insanlar tarafından üretilen kimyasal kirliliği ifade etmek için “ yeni varlıklar” olarak adlandırılıyor. Temelde antroposen çağı önerisiyle birlikte ileri sürülen, insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan kirlilik faktörleridir. Bunlar arasında sentetik organik kirleticiler ve radyoaktif maddeler gibi toksik bileşikler ile birlikte  genetiği değiştirilmiş organizmalar, nanomalzemeler ve mikro-plastikler de yer alır. Bu kirleticiler doğada çok uzun süre kalabilir ve geri döndürülemez etkilere sahip olma potansiyelleri yüksektir. Biz tekil olarak da anlam ifade edebilmesi için kimyasal kirleticiler olarak kullanmaya devam edeceğiz. Kavramın biraz daha oturmasıyla yeniden değerlendirilebilir. 

https://www.nature.com/articles/s43017-022- 00287epdf?sharing_token=hier2n7O_tPClC8r06bmdRgN0jAjWel9jnR3ZoTv0P2KmS6Qajbkp2nZuUVCQ0Vp_P0L_fySeHBsRgAquqylOp9LnWtWwctu_gtf2IN3rQca 4cpkK1yn9HaZMp0U7_CeAUSZHD1Xu5KL__3KimuwqoA5hdvBx21Dt1POSVkJdo%3D  

 Avrupa Komisyonu bünyesindeki Avrupa Araştırma Konseyi’nin hibe programı. Gelişmiş düzey hibeler, çığır açacak nitelikte, yüksek riskli bir projeyi sürdürmek için uzun vadeli finansman isteyen tanınmış, kendi ekibine sahip önde gelen araştırmacılara destek sağlayan program.

Earth Resilience in the Anthropocene (ERA)  programı. https://www.stockholmresilience.org/research/research-news/2017-03-24-johan-rockstrom-receives-prestigiouserc-advanced-grant.html   2015 Gezegensel sınırlara ait çerçevenin ikinci güncellemesi Science dergisinde yayınlanmıştır. Güncellemede,  toplum faaliyetlerinin iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, besin döngülerindeki değişimler (azot ve fosfor) ve arazi kullanımındaki değişimi  sınırların dışına çıkardığına ve  daha önce görülmemiş alanlara taşıdığına dikkat çekildi. “Gezegensel sınırlar: Değişen bir gezegende insan gelişimine rehberlik etmek”: http://science.sciencemag.org/content/347/6223/1259855

  2009  Gezegensel sınırların ilk özgün kavramsallaştırılması önce Ecology & Society’de ve daha sonra Nature dergilerinde yayınlanmıştır. Ecology & Society: Gezegensel Sınırlar: İnsanlık için Güvenli İşlerlik Alanını Keşfetmek: 

https://www.ecologyandsociety.org/vol14/iss2/art32 /   

 Nature: İnsanlık için güvenli bir işlerlik alanı:

https://www.nature.com/articles/461472a

Politika ve Uygulama 2018  “AB düzeyinde güvenli “işlerlik”8 alanı kavramının hayata geçirilmesi – ilk adımlar ve denemeler”9  başlıklı Stockholm Resilience Centre Teknik Raporu, Stockholm Çevre Enstitüsü (SEI) ve PBL Hollanda Çevresel Değerlendirme Ajansı ile işbirliği içinde hazırlanmıştır. Stockholm Resilience Centre, Stockholm Üniversitesi, İsveç. 2017 Stockholm Resilience Centre, Ellen MacArthur Vakfı ve İsveçli hazır giyim sektörü firması H&M grubu ile birlikte gezegensel sınırlar çerçevesi ve döngüsel ekonomi konseptini birleştirmeye çalışan bir araştırma projesinin bilimsel ortağı oldu. 2013-2016 İsveç Çevre Koruma Ajansı’na sunulan bir rapor  İsveç’in sorumluluğunu değerlendirdi ve Avrupa Çevre Ajansı için 2016 yılında yapılan bir çalışma, hem Avrupa topraklarındaki faaliyetlerin hem de Avrupa vatandaşlarının tüketimlerinin  küresel sınırlara katkısını değerlendirdi. Şirketler, 8Safe operating space: Güvenli çalışma alanı olarak da çevrilen “operating” kavramını işlerlik olarak kullanacağız. 

https://www.stockholmresilience.org/publications/publications/2018-07-03-operationalizing-the-concept-of-asafe-operating-space-at-the-eu-level—first-steps-and-explorations.html    https://www.stockholmresilience.org/research/research-news/2017-04-04-fashion-within-boundaries.html   https://www.stockholmresilience.org/download/18.51d83659166367a9a162474/1549541837438/PB%20Swede n%20EPA%202013%20.pdf    

https://sei.org/publications/eu-policy-into-line-planetary-boundaries /

gezegensel sınırların iş uygulamalarına yansıtılması konusunda giderek daha fazla rehberlik talep ediyorlar.  Aralarında dünyanın en tanınmış markalarından bazılarının da bulunduğu 200 şirketten oluşan bir platform olan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi, Eylem 2020 stratejisini şekillendirmek için gezegensel sınır çerçevesini kullandı. Bu tarihten itibaren  finansal yatırım, gıda, tekstil, inşaat, teknoloji ve ev eşyaları sektörlerindeki şirketlerle daha fazla ilişki kurulabilmiştir.  2011 Eski BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, küresel topluma “İklimimizi istikrarsızlaştırdığımızı ve gezegenin sınırlarını tehlikeli bir boyuta taşıdığımızı gösteren bilimi savunmamıza yardımcı olun” çağrısında bulundu. Resilience Centre araştırmacıları,  gezegensel sınırları, küresel Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin kabul edilmesine ile sonuçlanan politika ve danışma süreçlerinde ön planda tutmuştur. Ulusal ve Avrupa düzeyinde çalışan politika yapıcıların da konuya ilgi duyması, küresel çerçevenin operasyonel karar alma ölçeklerine dönüştürülmesinde görev alan bilim insanlarını birbirine bağlayan bir araştırma ağının kurulmasını sağladı.

Comments

This Post Has 0 Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Previous
Back To Top