İlk Söz: Dünyanın güneşten yüzünü çevirmesine karanlık diyoruz….
Çehremizdeki karanlıklar,iyiliklere, güzelliklere, doğruluklara
kısacası aydınlıklara çevrilmemiş yüzlerin ışıksızlığından olsa gerek…
Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası,
inanç ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise,
“Ahlak”dır. İnancı hakikatine ulaşamayan ve ahlâklı yaşamayan insanlar,
giderek yozlaşmakta ve özüne yabancılaşmakta….
Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri,
ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa,
gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan
“yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmakta..
Kutsal kitapların “cahili insan” diye tanımladığı
bu tiplerin hayat felsefeleri ortak;
Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli
bir yapıları var.
Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve
statüde bulunursa bulunsunlar;
bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynı:
Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak…
Hayatın tadını çıkarmak…
Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak…
Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve
insanların fark edip kınamasından emin olabildikleri
sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!.
Bu bağlamda ,
“Ramazan” “ramda” mastarından “yanmak” manasına
gelmekte…
Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak …..
Günahların yanması…yok olması…
Başka bir anlamı da ,güz mevsiminin başlangıcında yağıp
yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına gelmesi…
“Ramadiyu” masdarından geldiğini yazmakta kitaplar….
Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi inanaları günahlardan
yıkayıp kalplerini temizlediği için bu isim ile isimlendirilmiş….
Ne mutlu bu ayda kötülüklerden, günahlardan arınabilenlere…..
Yalansız, riyasız nice Ramazanlar…
Ramazan’ın gerçek ruhuna vâkıf olan herkese selam olsun….
Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?…
5,0
04.08.2013 13:02:36
A+ A-
İlk Söz: Kuran-ı Kerimi okurum anlarım. Kimse beni kandıramaz.
Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki ama zandır, kesin…
Bu bağlamda; okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart.
Temel sağlam değilse bina eğreti duruyor. Hatta durmuyor…
Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu…”
“Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız”
Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa
konuşmak ne işe yarar?
Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz.
Kur’an’da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan,
mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur.
O mührü ancak unuttuğu Allah açar.
O, hakîkattir. Kalp, ancak, “karanlıkta” olabilir.
Sakın Allah’ın adını alarak yalan söylemeyin,
yalan yere yemin etmeyin.
Adil şahitlik yapmıyanlardan olmayın..
Başkalarına İlahlık ve Rablik taslayan mütrefinlerden, müstekbirlerden
ve Sözde ilahiyatçıların toplumu germesine fırsat vermeyin.
Yüce yaradanın karşısındaki “kulluk” miracını,
Kendince yargılamak hiç bir kulun haddine değil…
Din üzerinden,
Kendine tartışılmazlık ve otorite alanı açanlar,
İslam’ın başına gelebilecek en kötü şey onlar……
İlahiyatçıların bir kısmında ki handikap şu :
Evvela, İslamdan bahisle kendilerini tartışılmaz konumda görmek.
Din eşittir onlar…..
Kur’an okuyan, hıfzeden her insan kamil veya kamile olmadığı gibi,
Onlardan uzak olmayı “bilimsellik” objektiflik sanmak da ahmaklık….
Hani bir hikaye var ya…
O misâl…
“Yahu ben bunun neresini düzelteyim?
Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim;
kız değil, erkek;
Ayşe değil, İsmail;
keçi değil, koç;
Azrail değil, Cebrail!….”
Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder derler ya!…
Bende düzeltmekten vazgeçtim…
Namaz kılmamak gaflet hali olabilir.
Fasıklık alameti de olabilir…
Çoğunun, “Allah korkusu” dediği,
Hâl ile değil, mahalle ilgili.
Mahal değişince de bir şey kalmıyor zaten…
İmtihana girmemiş her fazilet,
Haritadaki menzilden ibaret….
Ne yolu anlatıyor ne yolculuğu….
Menzile varmak için çabalayana selam olsun!…
Ancak namaz kendi başına kişiyi insan yapmaz…
Ramazan, dünya hazlarından uzaklaşarak,
nefsi terbiye etmenin adı aslında.
Dervişlerin “Çilehane”de nefsi terbiyesi ile övünürüz ama
yapılanlara bakar mısınız,
keyif verici iftarlar, teravihler ve cuma namazları(*)
Nasıl oldu da “Huşu”nun yerini “Keyf” aldı.
Nasıl böyle “Keyfi” davranır olduk.
Ne kadar “Neşe” dolduk.
Güzel camilerimiz, dinmeyen, gürül gürül,
beş vakit okunan güzel sesli
müezzinlerin ezan-ı Muhammedisi Müslümanca
bir hayat için yeterli mi?
Nefsimizi aşağılayacaktık,
“kibrimiz”den yanımızdan geçilmez oldu ya hu!
“Para” ve “Makam” ne kadar değiştirdi bizi.
Güzel sesli hafızlarımız, iftar öncesi
“kulaklarımızın pası”nı siliyor!
Peki okunan ayetler,
kulaktan öteye yol alıyor mu?
Manasını anlıyor muyuz,
işlerimiz o manaya uygun mu?
Yoksa “kulak pası”nın silinmesi ile mi kalıyor.
Yani okunan Kur’an-ı Kerim’in değeri ve hayatımızdaki karşılığı,
hafızın sesini güzelliği ile mi sınırlı.
Bakın alınıp, satılan hiçbir şey, dinin olmazsa olmazı değil.
Hatta bir şey özünü kaybetmişse, onu büyük katılımlarla,
törensel olarak kutlamak da bir şey ifade etmez.
Eğer kıldığınız namaz sizi haramdan, zulümden, ifsad’dan,
yetime sahip çıkmaktan alıkoymuyorsa
“Vay o namaz kılanların haline”.
Eğer Safa ile Merve arasında koşarken
Hâcer’in ruh halini yaşamıyorsanız,
Mekke’de jogging yapıyor olabilirsiniz.
Kurban keserken İsmail’iniz yoksa,
Kâbe’yi tavaf ederken
İbrahimî bir sadakattan uzaksanız,
o “ibadet” dediğiniz şey gerçek anlamda bir “ibadet” değil.
Oruç sadece “aç kalmak” demek mi?.
“Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan
başka bir kazançları yoktur.
Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka
namazından elde ettiği bir şey yoktur.” (İbn Mace, Sıyam,21)
Sakın ola dininizi, para, makam ve ihtiraslarınız uğruna basamak yapmayın!
Yapanlara meyletmeyin, sonra ateş size de dokunur.
Kendi dışımızdakilerle, ötekilerle o kadar çok meşgul oluyoruz ki,
kendi nefsimizle uğraşacak vaktimiz kalmıyor.
Düşmanı bahane edip, kendi günahlarımızı perdelemeye çalışıyoruz.
Sonuçta “kol kırılıyor, yen içinde kalıyor.”
Onun için kollarımız
ya çolak,
ya da kangren olmuş.
Nasıl olsa sorgulayan yok,
inanan çok, salla gitsin!
Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zaman..
Din giderek bireyleştiriliyor ve cemaat atomize oluyor.
Nötralizasyon sürecinden sonrane olur söylemeye dilim varmıyor..
Din ciddi anlamda bir “Religio”laştırılıyor.
Zaten “Din adamı: Ruhban” anlayışı fiilen var artık.
Resmi olarak da var, gayri resmi olarak da.
Eğitim kurumlarında din bir “kültür ve gelenek” olarak ele alınıyor.
Ve moral, etik ile bezenmiş bir “Ahlak”tan söz ediliyor..
Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama
bu dizi gerçekten güzel bir dizi!…
Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…
İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini,
Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta..
Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de..
Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!…
Peki İslamiyet ne vaat etti de,
Allah’ın Resulü ne söyledi de
insanların gözleri kamaştı..
Adalet dedi..
Adillik dedi…
Eşitlik dedi..
İnsanların eşit olduğunu söyledi..
Haksızlığa göz yumulmamalı dedi..
Zulme karşı çıktı..
Kibrin,
kıskançlığın,
dedikodunun,
fitneliğin,
fesatlığın ,
yalancılığın,
hasetliğin,
nankörlüğün,
kulla kulluk etmenin kötü bir şey olduğunu anlattı..
kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı…
Birbirlerini sevmelerini,
birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,
müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi.
İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak
Peygamberimizin peşinden gitti..
İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda..
Ahlak boyutu etkileyici,
Kadim değerler bağlılık cazipt,
baş döndürücü,
sürükleyici..
İyi insan olmanın,
hakkaniyetli insan olmanın,
adil insan olmanın,
başkasının hakkını yememenin
yolu gösterildi..
Kimse kimseden üstün değil..
Herkes Rab’ın kulu idi..
“İslamcılık tevazu idi.
Diğerkâmlıktı.
Fedakârlıktı.
Paylaşmaydı.
Sabırdı.
Küresel boyutta emperyalizme,
yolsuzluğa,
haksızlığa karşı çıkmaktı.
İnsanlar arasındaki uçurumları bertaraf etmekti.”
Ya şimdi?
“Şimdi ele geçirme,
sahip olma, başarma,
daha çok tüketme,
haz alma,
cennete bu dünyada ulaşma hırsı…”
“’Cumhuriyet projesi’ne
‘kostüm modernliği’ diye tanımlayanlar.
şimdi ‘Kostüm Müslümanlığı’na soyunuyorlar.
Şık kostümlerle,
dev camilerle sanki bir gösteri alanı.
Ama gösteridekiler,
helal-haram kavramından,
haktan,
hukuktan tamamen uzaklaşmış halde…
“Varolmaya değil,
sahip olmaya doğru evrilen
bir Müslümanlık…
İslam’ın öngördüğü yaşam biçiminden
koparak Amerika’nın
‘Dünyayı ye bitir’ ideolojisine eklemlenerek.”
“İslam’la Müslüman arasındaki makas,
hızla açılıyor.”
Toplumsal bu çelişkiyi bizde hayretler içinde izliyoruz.
genetiği değiştirilmiş (GDO) müslümanlığını!…
“Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur.
Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki,
namazından elde ettiği şey yorgunluktur.” (İbn Hanbel, 2/373)
Ayet öyle diyor: İblis sizi Allah’la kandırmasın.
İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan,
aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve
damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider.
Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin
bahanesi, gerekçesi olamaz.
Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye
karar verirse, onu fareye benzetirmiş.”
Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli,
zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli.
Evet bu doğru.
Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok.
Yaptı diye de dinden çıkmaz.
Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse,
dinden çıkar.
İblis peşine düştü mü bir insanın ve
o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.
İblisin peşinden yürümeye devam eder.
Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım,
yok oldular değil mi?
Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım,
eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar,
kimlerle beraberler, kibir var mı?
Eski dostları ile ilişkisi nasıl.
Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda.
Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca
yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..
Kimimiz ilmimizle kibirlendik,
kimimiz makamımızla,
kimimin paramızla,
kimimiz şöhretimizle.
Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı,
kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı.
İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve
onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder.
O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür.
Din ve devlet büyüklerinizi İlah ve
Rab edinmeyin.
Haksıza karşı, haklıdan yana olalım
o her kimse ve işi ehline verelim.
Aksi zulümdür ve Allah, cahil,
zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez.
Onların işlerini sarp dağlara sardırır.
Kazandıkları, para makam ve şöhret,
dua ile istenen bela olur onlar için.
İblis bir yolunu bulacaktır. iblisin şerrinden
mutlak anlamda emin olan bir kul var mı!
Bu dünya hayatı nasıl başladı.
Hz. İbrahim’den bile vazgeçmeyen bir lanet olası biri var.
Ve onun en çok kullandığı üç alet, para/mal, kadın/fahşa, makam/güç.
Buna zaafı olanlara dikkat!
Bu işlerde harama açık kapı bıraktınız mı,
İblis nefsinize taht kurar,
o sizi, siz toplumu yönetirsiniz İns’in iblise dönüşürsünüz.
Onun için “Rabbım beni bana bırakma” denilmiştir.
“İhtirastan uzak dur, çünkü ihtirasla istediğinşey
bir imtihana dönüşür de, dua ile istenen belanız olur”
Yunusun dediği gibi:
“……………………
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır.
……………………..”
Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler
toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..
Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu
ahlaki boyutuyla entegre edilmiş.
Bütünleştirilmiş…
Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.
Onların inaçlarına;
haklarına,
hukuklarına ,
canlarına,mallarına ve namuslarına
helal getirilmemesi için
mücadale verilmiş…
Müslümanlığın,İslamiyetin hızla yayılmasının
nedini de bu..
Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..
Bugün;
Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce unuttulmuş, konuşulmaz olmuş..
Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde….
“İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!” diyen özdeyişi
doğrulamak için umarsız bir tutkuyla
haksızlığın,
adaletsizliğin,
kıskanmanın,
pusu kurmanın,
arkadan vurmanın,
bende olmayan başkasında da olmasın,
ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun
algısının etkisi altında….
Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de;
önyargımıza, yerleşik doğrumuza,
kalıp düşüncelerimize,
kör inançlarımıza,
saplantılarımıza,
ezberlerimize uygun sözler ederek,
kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları
kendimize daha yakın bulma çabası…
Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin
kendilerini anlatırken kullandıkları
“kutsal şalların gizlediği gerçeği” görme isteğinde ki azalma
ya da yok olması;
kör olması….
Gerçek yerine yanılsamaların arkasına takılma…
Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme….
“Akla nazar değmez” gerçeğini unutup, i
nsanların yüzlerine söyleyemediklerimizi,
arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmak..….
Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini
“mutlak doğru” algılamasına kadar taşıma.
“Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak
içselleştirmek yerine ,
anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına
körü körüne bağlanma isteği
“Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme.
Onların söylediklerini asıl refarans kaynağı olan
kutsal kitabımızdan teyit etmeden
“mutlak doğru” olarak Kabul etmek.
Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan
bir serüven yaşamak zorunda mı?
Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi?
Yoksa bunlar sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı?
“Topluluktan topluma geçiş” sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?…
Hayatın “nesnesi” olmayı aşıp “öznesi” olma konusunda hızlı
bir ilerleyememenin handikapları bunlar mı?…
Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu
hep ön planda tutulması ne kadar doğru.
Ya da doğru mu? ..
Bilemem..
Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne?
İslamiyet sadece ibadet mi demek?
Kesinlikle hayır!…
Bizce “ibadet sorunu yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” ….
Zaten ibadet sorunu hiç olmadı..
Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün
biçimde namazını kılmakta…..
Ben daha saçmalayanı,
çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..
Duymadım da..
İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..
Ne kadar mükemmel!….
Bi sorun yok..
Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor..
Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin
hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..
Okullarda da..
Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..
Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor..
Gerisine bakmıyor..
İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..
Bu telaşı görünce, zannedersin ki..
Memlekette ibadet sorunu var..
Yok..
Ama bi sorun var..
Ahlak sorunu var.. ,
İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var..
İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var..
Hayata geçirilmemesi sorunu var..
Dini ibadetle sınırlama sorunu var..
Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka..
İbadet anında başka, ibadet dışında başka..
Adam namazında niyazında..
İbadetini eksiksiz yapıyor,
kusursuz yapıyor..
Gelgelelim çalıyor, çırpıyor,
önce cebini düşünüyor,
kazık atıyor,
dedikodu yapıyor,
Kul hakkı yiyor,
başkasının namusuna göz dikiyor ,
haram yiyor,
haksız kazanç sağlıyor,
Yalan söylüyor,
kula kulluk yapıyor…
uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini yapıyor..
Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..
Niye mi?
Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş..
Ahlak kısmından haberi yok..İ
badetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber.
Müslümanlığa , İslama ne kadar zarar vereceğini düşünmeden,
ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…
Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte..
O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”
düşünmekten uzak.
Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..
Ya Yüce Yaradan’ın huzurunda? Orası şüpheli..
Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.
Birlikte okuyalım:
Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde,
meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..
Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye
ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.
Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, t
abii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..
İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini,
şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
“Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın?
Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak,
bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”
Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:
“Âdetiniz böyle değil mi?”
“Ne âdeti?!” der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..
Demiş ki meczub bu kez:
“Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun
bir yer ararken içeridekilere baktım,
gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var.
Zannettim ki adet böyledir,
ben de şu odunları yüklendim geldim işte,
neden kızıyorsun?
Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!
Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der..
“Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”..
Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,
bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..
Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek,
saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
“Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı..
Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek,
bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun,
bununkinde de yaşlı annesi vardı!..”
Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;
“ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda,
kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı,
diğeri lokantasında pişireceği yemeği..
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın,
diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
“Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der,
bu kez endişeyle Hoca..
O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca!
Sırtında kocaman bir inek vardı!
Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?”
diye düşünürmüş namazda..
“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..
Ya işte böyle …
Bu kadardır ol hikaye..
Bize düşen ibret almak.
Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var?
Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız?
Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı..
Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi?
Hem de nerde?! O huzurda..
Sırtımızda ne var?
Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını
iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize
nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi
“insanlaştıran” ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle
birbirimize anlatamadığımızdan.
Öğrenmenin bizi ” ilim sahibi” yapacağını; ama “ilkeli yaşamayı” bir
“davranış biçimi ve yaşam tarzı” haline getirmeden
“irfan sahibi” olamayacağımızı
kendimize anımsatamadığımızdan.
Dürüst, kul hakkı yemeyen,
Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış
ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..
Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren
ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,
yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan
Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı?
Sorumuz net..
Hangisi?)
Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm..
Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!..
Bizi gören, duyan, bilen, hüküm sahibi, kadiri mutlak bir Yüce Yaradan var.
Ne gam!
Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teala.
Elhamdülillahi rabbil alemiyn!
Son Söz:
Kul hakkı, yalan söz ve şahidlikle kendilerini
helake attıklarını görmüyorlar.
Oysa feraset sahibi herkes birçok şey hakkında,
sınırlı da olsa bilgi ve kanaat sahibidir.
Yarab bizi Hak’tan yana taraf kıl.
Unutulmamaldır ki, hiç kimse dünyada
olup-biten şeyleri görmezden,
duymazdan, bilmezden gelme hakkına sahip değildir.
Bizler Hakkın ve Halkın gören gözü, işiten kulağı,
tutan eli, haykıran sesi olacağız.
Haksızlıklar karşısında susanlardan değil!
Haksızlıklar karşısında susanlardan olmayın,
zalimlerden yana olmayın, sonra ateş size de dokunur.
Gün gelecek Rab o birilerinin gizlediklerini
bir şekilde ortaya çıkaracak ve
onlara hak ettikleri cezayı verecek.
Umutsuzluk haramdır. Kazananlardan olmak istiyorsak,
HAK’tan yana taraf olmak en doğru yol.
Fatiha’da günde 40 defa tekrarladığımız şey bu.
Dilimizle söylediğinizi kalbimizle tasdik etmek gerekir.
.”İnni küntü minezzalimiyn” dememekte inat eden ve
“bana güven gerisini merak etme sen” diyenlere inanmayın.
Unutmayalım; kazanılan savaşların hainleri,
kaybedilmiş savaşların kahramanları da vardır.
Fitneye sebeb olan haram işlere bulaşıp yollarına devam etmek isteyenlerle,
bu ateşi tutuşturanları Rab lanet etsin.
Fitne ateşine odun taşıyanlara Allah lanet etsin.
Gerçeği örtenlere, toplumu perişan eden haram işlere alet olup,
yalanlarla hakikatı gizlemeye çalışanlara, onlara alkış dağıtanlara,
onları eleştirenleri eleştirenlere Allah lanet etsin.
Esselamü menittebeal Huda!
Kendine makam verilince Zübde*i âlem sanan
kerameti kendinden menkul sözüm ona ilahiyatçıdan ancak bu kadar!..
Giderek herkesin daha çok İslam’dan bahsettiği,
Ancak daha az Müslüman olduğu bir âleme yolculuk faslındayız.
Erdem dini eğilimlere göre değil fiili davranışlara bakılarak değerlendirilir.
Hayırlı sahurlar…
Sağlıcakla kalın!
Günleriniz hep aydınlık olsun!
Yüreklerindeki sevgi,doğrulukve dürüstlük daim olsun!
Yüreği “Berkehan ve Bilgehan Deniz” Kadar temiz olan tüm insanların!
OE -04.08.2013
Kadrajımdan:Kütahya Ulu Camii
————————————–
(*)Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum,
“Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı…
”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir.
Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar.
İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir.
İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır.
Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki…
İnanılmaz. Şirketler, işadamları, politikacılar otellerde,
lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar.
Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki,
bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık,
niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli.
Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle
listede ismim olmalı ki, hemen her gece
bir veya birden fazla iftara davetliyim.
Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum.
Gitme diyeceksiniz.
Gitme demek kolay…
Az çok ilişkimiz var.
Gönül koyuyorlar.”
Faturayı kim ödüyor
“Bir başka sorunum daha var.
Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum.
Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini,
yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin
veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak
vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.”
Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının,
helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli.
(**)
Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına
bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir,
kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı.
O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam,
Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam,
Demokrat İslam, Liberal İslam.
Siyaset ve para ilişkileri Dini, biraz ritüel, biraz seremoni ve
biraz bütçeye göre ikonaya dönüştürdü.
Gerisi gönlünden ne koparsa(!).
Dinler arası fark bilgisayar markası,
otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli,
yaygın ve milli olanı seçiyor.
Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar.
Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi.
Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler
buna göre düzenlenmiş.
“Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam.
Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm,
Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan.
Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş.
Sonunda yine bir şey değişmiyor.
Doğuda oturanlar,
Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor.
Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada
yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor.
Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile,
bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar.
Güzel örnek olamadı. Dahası, insanlar ahlaki boyutdan yoksun,
içselleştirilememiş İbadetlere (!) bakıp dinden soğudular.
Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var,
üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz.
Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset,
sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz.
Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var
ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve
toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi,
ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları.
İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında.
İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor.
İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor,
meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor.
Haksız güç ve servet sahibi olanların
kibirleri helaka giden yolu döşüyor.
Bizler zor günlerden geçiyoruz.
İnşallah aklımızı başımıza alırız.
Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir.
İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz.
Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk,
ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü
çok geç anladık.
Anladığımızda ise çok geç olmuştu.
Sanırım şimdi yeniden aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek.
Aklımızla vicdanaımızla barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın.
Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar doğa ile barışsınlar,
dağa ile savaştan vazgeçsinler.
Zira bu üç barış bizi iyliklere ,güzelliklere ve
doğruluklara kısacası “Aydınlığa” götürecektir.
This Post Has 0 Comments