Skip to content

Eğitimin Kalitesi !..

 İlksöz:    “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” / Eğitimdir ki; bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum halinde yaşatır ya da onu köleliğe ve yoksulluğa iter. “

    Ünlü bir bilim adamının notu: “Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.”/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”

Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak “Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek.

Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet’in sahipliğindedir.”

      Eğitim, belirli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim anlamına geliyor. Öğretim ise öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi olarak tanımlanıyor. Eğitim, daha çok insanın ailesinden, çevresinden öğrendiklerini, öğretim ise daha çok okullarda öğrenilen bilgileri kapsıyor. O nedenle ikisi arasındaki farkı en iyi belirten ifade Albert Einstein’in şu sözünde yer alıyor: “Eğitim, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.”

 Cumhurbaşkanımızın 10.09.2017 tarihinde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 1. Bilim ve Teknoloji Zirvesi’nin açılış konuşmasında altını kalın çizgilerle çizdiğimiz önemli satırbaşları..http://bit.ly/2xtNgdy Birlikte okuyalım:

“Bugün İslam dünyasındaki nüfusun yüzde 55’i okuma yazma dahi bilmiyor. OECD ülkelerinde milli gelirden eğitime ayrılan payın ortalaması yüzde 5,2 iken bu oran İslam dünyasında yüzde 1’i dahi bulmuyor. En başarılı çocuklarımızı, en parlak beyinlerimizi Batılı kurumlara ve ülkelere kaptırıyoruz. Günümüzün en önemli güç kaynağı olan enformasyon ve bilgi teknolojileri konusunda üreten değil tüketen konumundayız. Bu durum bizi milli güvenliğimiz başta olmak üzere birçok açıdan kırılgan hale getiriyor. Altını çizerek ifade etmek isterim ki dün olduğu gibi bugün de güçlü ülke olmak, bilgiyi üretmekten ve bilgiyi en iyi şekilde işleyebilmekten geçiyor.” 

   Öğretimin insana bilim öğretmesi gerekiyor. Gerisi eğitimin işi olmalı. Yani matematik, fizik, psikoloji, ekonomi, tıp gibi konularda insanı geliştirme ve uzman yapmak öğretimin görevi. Buna karşılık genel ahlâk, terbiye, alçakgönüllülük, dini inanç, yemek adabı, insanlarla ilişkiler, fedakârlık gibi konular eğitimin kapsamına giriyor. Bizim burada ele alacağımız konu öğretim konusu.

    Ama üniversitelerin bu kadar zayıf mezunlar vermesinin en önemli nedenlerinin başında aslında bir kenara bıraktığımız ilk ve ortaöğretimdeki kalite düşüşünün bir sonucu.

    Üniversite sözcüğünün aslı Latince ‘bütün’ anlamını taşıyan Universitas’dan geliyor. Bugünkü karşılığı; çeşitli akademik dallarda akademik unvanlar veren yükseköğrenim ve araştırma kurumu demek oluyor. Batıda üniversiteler katedral okullarının biat kültüründen soyutlanıp bilime dönük bağımsız kurumlar halini almasıyla ortaya çıkarken bizde de medreselerden dönüşerek batılı üniversitelere benzer kurumlar halini almış.

Cumhurbaşkanımızın ;26.07.2017 tarihinde Yükseköğretim Kurulu tarafından düzenlenen, İslam Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması Konferansının ​ açılış konuşmasından http://bit.ly/2tYyeXO “Soran, sorgulayan, geleceğe dair iddiaları olan bir nesil yetiştirmekte gereken başarıyı gösteremediğimizde ortaya geçici hevesler peşinde koşan, maalesef bir nesil çıkıyor. Hâlbuki kendine özgü eğitim sistemlerini geliştiremeyen milletlerin istikbali tayin edemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız”

    Yine Cumhurbaşkanımızın; 09.02.2017 tarihinde, “Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri” töreninde yaptığı konuşmadan http://bit.ly/2k78CTA altını çizdiğimiz, eğitimle ilgili olarak önemli başlıklar.Birlikte okuyalım:

i- Kültür ve Sanatı Küçümseyen Toplumlar, Kaybetmeye Mahkûmdur.

ii- Türkiye’nin Yeni Değerler Yetiştirmesi  Var Olan Değerlerine Sahip Çıkmasıyla Mümkün.

iii- Teknolojiyi Üreten,Kültür ve Sanata da Hakim Olur.

iv-Eğitim ve Kültür Alanında Eksiğimizi Gidermeliyiz.

v-Gençlerin Sahip Çıkmadığı, İçinde Olmadığı Hiçbir Proje ve Faaliyetin, Toplumlar İçin Kalıcı Kazanıma Dönüşmesinin Mümkün Değildir.

     “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ;Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar. Bu ülkü ile “Türk Ulusu’ nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları.. Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği.. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası.Bu çabaların elli yıllık panoroması. Sonra …Sonrası malum!.

      Ülkelerin zenginliği nasıl belirleniyor, zenginlik nasıl ölçülüyor? Merkantilist yaklaşımla, kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülüyor.

      Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil, insan yaratıyor.
Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye‘nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin.. .

     Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran Adam Smith, insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüştür. A. Smith’e göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı belirler. Adam Smith ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurguluyor, bunları çağdaş bir devletin temelleri olarak görüyor. Adam Smith, zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak görüyor. Adam Smith’e göre milletlerin zenginliği için, bireylerin becerisi yükseltilmeli, nitelikli işgücünün istihdamı artırılmalı, zenginlik dengeli dağılmalıdır. Adam Smith, günümüzün neoliberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride.

    Bakanlık adındaki değişim anlayış değişiminin de göstergesi: “Maarif”: irfandan geliyor “Eğitim”: eğmekten geliyor…

   Eğitimimiz eğmekle öğmek arasına mı sıkışmış? Eğitiyoruz, eğitiyoruz ki adam edelim; eğiyoruz ki yola sokalım? Doğru olan yola. Haklı olan yola. Daha önce kuralları konmuş olan yola. Yoksa eğiriyor muyuz? Yün ya da pamuktan iplikler elde etmeye mi çalışıyoruz? İplikleri dokumaya mı? Dokutma mıdır, eğitmek? Öğerek, öğrenci dalkavukluğu ile mi eğitimi yürütelim?

Bana “eğitim” sözcüğü hep “tuhaf” gelmiştir. Bu “tuhaflık” ürkütücü bir tuhaflıktır. Boyun mu eğdiriyoruz? Latin kökenli dillerde kullanılan “éducation”, “education” sözcüklerinde de, “yol göstermek”, “sevk etmek”, “kılavuzluk yapmak” anlamlarına karışmış “yönlendirme”, itip, çekip, “yola koyma”, “yola getirme” iması yok mu? 

     Diyeceksiniz ki bu doğal! Cahil, şaşkın ya da masum, bilgisiz biri geliyor. Yol gösterip, onu bilgilendirecek, onu “şekle” sokacaksınız. “Şekle sokmak” “zorla olur. Öğrenciyi kendi haline bırakırsanız, serseri olur, “havai” olur. Eğitim bir çiledir. Sıkıntı çekilecektir ki öğrenme, biçimlenme tam olsun! Eğiteceğimiz kişi “biçimi olmayan”, “düz” belki de “dümdüz”, yola girmemiş biridir. Öyle olmasaydı, eğitilmeye “talebi” olmazdı; talebe olamazdı! Öğrenci, eğitilirken eğilmelidir; biçimlenmeye hazır olmalıdır! Yoksa, öğrenemez; gelişemez! Sürekli “talim” ettirmeli, ona “olumlu” alışkanlıklar, “istendik” davranışlar kazandırılmalıdır.Eğitimin , doğru dürüst yapılabilmesi için bundan sorumlu herkesin önce ‘education’ ile ‘training’ arasındaki büyük farkı bilmesi gerekir. Education’un amacı statükoyu eleştirip alternatif üretebilecek aydınlar yetiştirmektir. Training ise kişinin işinde gösterdiği performansını yükseltmek amacına hizmet eder. Bu ikisi tamamen ayrı şeyler….. Ülkemiz dahil bir çok ülkede, özellikle  bu ikisi çorba edilmiştir. Türkçe her iki İngilizce kelimenin karşılığı aynı; ‘eğitim’ diye geçiyor. Tartışmayı fazla derinleştirmeden  “education” kelimesini eğitim, “training” kelimesini talim olarak çevirelim…. 

     “Seneca’nın gençlik yıllarında Homines dum docent discunt (İnsanlar öğretirken Öğrenirler)dediği söylenir. , Bu fikir atasözü olarak “docendo discimus” kelimeleri ile ifade edilir. Bu eski gerçeğe ben, öğretmek durumunda olduğum şeyleri evvelâ kendim öğrenmek zorunda kalarak, katkıda bulunmuş oldum?”

“Buna da ek olarak bir nokta daha vardı: Temel teorik yön, mukayeseli hukuk olduğu halde, ders reforumunun canalıcı özelliklerinden biri de, pratikle bağın kurulmasaydı?”

“Daha Üniversitenin törenle açılışından önce, teorik derslerinin uslûbu ve yöntemi üzerine önceki dekan ile gayet ciddî tartışmıştım. Dekanlığa yaptığım bir ziyaret sırasında kendisi açmıştı bu konuyu. Frankfurt am Main’da nasıl ders verdiğimi, kürsüde ayakta durduğumu, serbest konuştuğumu, öğrencilere sürekli soru sorduğumu anlattım. Buradaki derslerin veriliş tarzı Paris örneğine uygundu; profesör kürsüde oturur ve evde itinayla hazırlamış olduğu ders metnini okurdu. Öğrencilere soru sormak, ya da öğrencilerin soru sorması caiz değildi. Profesörün okuduklarını öğrenciler yazarak not tutarlardı, bu notları ezberlemek ve sene sonu imtihanında bilmek zorundaydılar. Dolayısıyla benim vazifem, derslerimi yazılı olarak hazırlamak ve çevirmene her seferinde zamanında vermekti ki, çevirmen Türkçe metni hazırlayabilsin ve derste okusun. Nitekim, kamu hukukçusu Fransız meslektaşımız profesör Charles Crozat da, yıllardır dersleri böyle vermiyor muydu? Cevap olarak bu yöntemi bir türlü benimseyemediğimi söyledim. Çünkü bu durumda hiç ağzımı açmama gerek kalmayacaktı. Dolaysıyla öğrencilerle hiçbir kişisel bağ kuramayacaktım. Asıl önemlisi de okunan dersin, gerçekten doğru anlaşılıp kavrandığını kontrol edemeyecektim? Fazıl Pelin (Dekan) dehşetle telaşlandı. Tekrar tekrar bunun âdetten olmadığını, caiz olmadığını, üstelik gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığını söyledi, durdu. Üstelik, şayet bu plânımda ısrar edecek olursam, profesörler kurulunun da bu konuda zorunlu olarak bir prensip kararı almak durumunda kalacağını, ama tabii bu konunun ancak Hukuk Fakültesi için Çağrılmış olan öteki yabancı meslektaşlar da geldikten sonra ele alınabileceğini bildirdi”

Bu satırlar, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda ki Üniversite reformu sonrası İstanbul Üniversitesine gelen Türk vatandaşlığına geçen ünlü Alman hukukçusu Ernst E. Hirsch’e ait [1]. 1933 yılında Türkiye‘ye gelen ve önce İstanbul, daha sonra Ankara Üniversitelerinde 20 yıla yakın ders veren, Türk Ticaret Kanunu başta olmak üzere nice düzenlemenin mimarı olan bu değerli öğretim üyesinin, İstanbul’a geldiğinde karşılaştığı ders verme sistemi işte buydu.

1932 yılında bir Üniversite reform önerisi hazırlamak üzere Türk Hükümeti tarafından resmen davet edilen, İsviçreli Pedogog Prof. Albert Malche de, Türkçe bilimsel yayınların eksikliği, düşük ücretlerin yan görevlere yönlendirmesi vb. eksikliklerin yanında en önemli husus olarak ders verme metodunun hiçbir şey vaat etmeyecek kadar eskimiş olduğunu belirtmiş ve bu hususu eleştirilerinin en ağır maddesi olarak kabul etmiştir[2]. Dersin ansiklopedik

Bugün, üzerinden seksen yıl geçtikten sonra, kürsüde oturarak sadece ders kitabını ya da PowerPoint slaytlarını okuyan ya da kitabın yazarını, yılını, basımevini, öğrencilerin görmeyeceği şekilde kapatılmış kitaplardan satır satır dikte ettiren, öğrencilere soru sormayan, onların soru sormasına izin vermeyen bir öğretim üyesi davranışına hayret etmemek mümkün değil. İyi ama ya seksen yıl sonra bizlerin ders verme biçimimizin de aynı hayretle karşılanmayacağı kim iddia edebilir? O öğretim üyeleri de büyük bir olasılıkla, o yıllarda yaptıklarının doğru olduğuna inanmışlardı

Ülkemizde muhasebe eğitiminde kaliteyi etkileyen, daha iyi ders verilmesini engelleyen birçok kritik faktör bulunmakta. Ancak özellikle, muhasebenin “Kariyer Mesleği” hedefine ulaşmada, teorinin pratikle bütünleştirildiği muhasebe eğitim sistemi eksikliği en büyük handikap. Teorik-pratik dengesinin gözetilememesi, hatta bu dengenin hiç olmaması ve tam 20 yıl eğitim görüp, iş hayatına atılmış birine “okulda öğrendiğin her şeyi unut” sözü en büyük hayal kırıklığı olduğundan emin olabilirsiniz.

Ülkemizde çok değişik düzeylerde verilen muhasebe eğitimlerinde, herhalde bir eğitimcinin ilk sorması gereken soru şudur: “Muhasebe bilgisi hangi düzeyde, nasıl ve ne şekilde verilmeli? Teorik olarak mı? Pratik olarak mı? Yoksa teori pratik dengesini sağlayan teorinin pratikle bütünleştirildiği Mesleki Uyum Eğitim sistem ile mi? [3].

Muhasebe eğitimini yalnızca gelecekte muhasebe alanında (ve de özellikle vergi beyannamesi düzenlemeye yönelik muhasebe faaliyetlerinde) çalışacak kişiler için ele alınması ve bu perspektif de eğitim yapılması yanılgıların en büyüğü. Bu yanılgıya düşen eğitimcileri gelecek kuşakların bağışlamayacağından kimsenin kuşkusu olmasın[4]. Çünkü, telefon rehberi ezberletir gibi hesap numarası ezberleten bir eğitimcinin, “Muhasebe bilimini” belirli kalıplarla öğrencilere aktarması ve kendisinin ezberindeki bu bilgileri tekrar sınavlarda harfiyen geri istemesi için fazla yetkin bir kişi olmaya gerek olmadığı açık. Eğitimde herhalde yapılması en kolay şey, bilgi tekrarı. Zaten buna eğitim demek de ne kadar doğru? Bilinenleri tekrar etmenin en büyük tehlikesi; “neden, niçin, nasıl” sorularını soran bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden “analitik düşünce sistemi”nin önüne duvar örülmesi. “Muhasebe”yi bilim olmaktan çıkarılarak tekdüzen kalıplara sokma isteği. “Zaten çoğu kişi aynısını yapmıyor mu? Bizde aynı davranış biçimini tekrarlayarak görevimizi yapmış oluruz” düşüncesi “Muhasebe Bilimi “nin gelişmesinde en önemli engel. Seksen yıl öncesinden bir farkla; eğitimde çağ atladığınızı, teknolojiyle ne kadar bütünleştiğinizi göstermek için, notlarınızı Power Point slaytlarına dönüştürüp aynen okumakla, dün olduğu gibi görevinizi layıkıyla tamamlamış olmanın en büyük hazını yaşayabilirsiniz. Belki de, ekonomimizi dünyayla entegrasyonu kolaylaştıracak, ekonomik yapınıza uygun “Muhasebe Standartları” geliştirememeniz, teorisyeninde, meslek mensubunun da, uygulayıcının da ortak dili olamaması hep bundandır kim bilir.

Muhasebede teori, konuları sistematik olarak ele almak, tartışmak suretiyle yön vermek, daha iyi ifadeyle daha yararlı uygulamalar yapabilmeleri için katkıda bulunmayı hedeflerken, “Teorinin Pratikle Bütünleştirildiği Eğitim sisteminde” uygulama üzerinde çalışılması gereken konuları belirlemek suretiyle teoriye katkıda bulunur. İkisinin birbiriyle uzlaşmaz değil, tam aksine uyumlu olduğunu kabul etmek bir muhasebe eğitimcisi için temel ilke olmalıdır.

Vak’a, gerçek bir işletme probleminin tarafsız bir tarzda tasvir edildiği ve gerçek olaylara ışık tutan bir metin. Vak’a çalışması. teori-pratik(uygulama) entegrasyonunu içeren, öğrenciye teorik bilgiler verildikten sonra, bu bilgilerin uygulanmasını ve pekiştirilmesini sağlamak amacı ile, eğitim- öğrenim veriminin maksimum kılınmasında önemli eğitim araçlarından bir tanesi. Öğrencinin gerçek iş hayatında bir muhasebecinin karşılaştığı problemlerle karşı karşıya bırakılması ve bu problemleri uygulamada kullanılan metod ve teknikler aracılığı ile çözmeye yöneltilmesi, iş hayatına atıldığında mesleği ile ilgili daha verimli ve başarılı olmasını sağlayacağı açık. Vak’a metodunun uygulandığı derslik/amfi bir simülasyon merkezi niteliğinde ve öğrenci bu merkezde üzerinde çalıştığı ve bir çözüme ulaştığı vak’a problemini gözden geçirmek, çalışmalarında ulaştığı sonuçların yeterliliğini test etme, sınama olanağını bulmakta. Vak’a; hız verici, yönetim usullerini tasvir edici, sistemli analize olanak sağlayan vakalar olarak sınıflandırılabilmekte. Çalışmada geliştirilmeye çalışılan vak’a “Satışların Maliyetinin Hesaplanmasına Yönelik Amprik Bir Çalışma” iki farklı sektörde faaliyet gösteren kurumsallaşmış popüler iki firmanın gerçek verilerini içermekte olup, öğrencilere gelir tablosunun önemli unsurunun nasıl hesaplanacağını öğretmeyi hedeflemekte. Vak’a bilgileri bizzat bu firmalara gidilerek elde edilmiş gerçek verilerden oluşmaktadır.

 

SONSÖZ

Vak’a yazımını çok ciddi bir iş olduğunun bilincinde olarak, İki farklı sektörde faaliyet gösteren iki firmaya ait gerçek verilerle geliştirilmeye çalışılan Vak’a çalışmamız amatörce yapılmış, bir deneme niteliğinde. Teori ve Pratiğin entegre edilerek eğitime taşınması çok önemli. Günümüzde muhasebe eğitimini veren üniversitelerde dahil tüm kurumlar, muhasebe mesleğinin kalite imajını sürdürülebilir kılmaları, hatta arttırmaları ancak muhasebe eğitim kalitesini arttırmaktan geçtiği yadsınamaz bir gerçek. Muhasebe eğitiminde bu vizyon vazgeçilmez bir paradigma olarak herkesçe kabul edilmek zorunda. Bu şekilde eğitim görme olanağını elde edenler, mesleği en iyi bir biçimde temsil etme yeteneğine (gerekli bilgi, donanım, yetenek ve becerilere) sahip olacağı tartışmasız bir gerçek. Muhasebe eğitiminin; bilimsel olarak sürdürüldüğü, yükseköğretim kurumlarından da aynı beklenti fazlası ile bulunmakta. Bu çalışmayı yazanların hayali ve özlemi, özellikle öğretim elemanlarının “Üniversite-Sanayi “işbirliği kapsamında, firmaların sorunları çözüme kavuşturmalarını sağlayacak sistemlerin en kısa sürede kurulup, işletilmesidir. Üniversitelerde gerçekleştirilecek üretime yönelik bu yeni yapılanma; piyasadan edinilen bilgi ve tecrübelerin üniversiteye taşınmasına, daha yetkin öğrencilerin yetiştirilmesine, uygulamaya dönük bilimsel çalışmaları ortaya konmasına, kısaca üniversitelerin çıktı değerlerinin ülke ekonomisine sinerjik katkı sağlayacaktır.

[1] Hirsch, Ernst E. , Anılarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi (Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgämesse Autobiographie), Çev:F. Suphi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 5. Basım, Nisan 2000, s. 245-249.

[2] http://guncel. tgv. org. tr/journal/35/pdf/364. pdfhttp://www. muhasebevergi. com/content. aspx?id=271

[3] http://www. gokselyucel. net/muhasebe-egitiminin-kalitesini-artirmada-egitimcinin-rolu/

[4] Agk. 

http://blog.radikal.com.tr/bilim-teknoloji/egitimin-kalitesi-28633 

Bazı öğretim üyeleri pek önemsemese de İlk günden öğrenciye syllabus,yani ayrıntılı ders planı dağıtılmasının çok önemli olduğuna inananlardanım..
İlgilenenler için;
 Maliyet Muhasebesi ve Yönetim Muhasebesi Dersi Ayrıntılı Planı (syllabus) https://bit.ly/3o51GYt

Comments

This Post Has 0 Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Previous
Next
Back To Top