Skip to content

Emperyalizimin / Neoliberalizmin “Covid-19 Aşı Miliyetçiliği“

COVID-19 salgını, küresel düşünmeyi gerektiren küresel bir sorun..

İlk Söz: “1955’te Jonas Salk … Çocuk felci aşısının kime ait olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiş: “Herhalde insanlık derdim. Patenti yok. Güneşi patentleyebilir misin?’ (*) ’https://bit.ly/2JXpxLk

“Covid-19 aşılarının hızlı gelişimi gerçekten etkileyici bir başarı olsa da, küresel aşı tedariki üzerindeki kısıtlamalar ve dağıtımdaki ilgili eşitsizlikler nedeniyle lekelenmiştir. 4 Mayıs itibariyle, dünya nüfusunun yüzde 8’inden daha azı herhangi bir Covid-19 aşısından bir doz bile almıştı, oysa sadece on zengin ülke tüm aşıların yüzde 80’ini oluşturuyordu. Bunun nedeni sadece zengin ülkelerin mevcut tüm dozları satın alması değil, aynı zamanda dolaşmak için yeterli doz olmamasıdır..

Ancak bu kıtlığın kendisi büyük ölçüde yapaydır. Aşı üretimi, ilaç şirketlerinin bilgi ve teknolojiyi paylaşmayı reddetmesi nedeniyle sınırlandırılmıştır. Onaylanmış aşıları üreten şirketler, kamu sübvansiyonlarından ve kamu tarafından finanse edilen araştırmalardan yararlanarak geliştirdikleri bu aşıyı , bir tekeli sürdürmek için patent korumalarından yararlandılar, üretimi kendi fabrikalarıyla ve lisans verdikleri birkaç başka şirketle sınırlandırdılar”..https://bit.ly/3oMLOeU

Koronavirüsle mücadele için aşının umutla beklediği bir dönemde, istatistikler düşük gelirli 70 ülkedeki nüfusun sadece yüzde 10’unun aşıya erişebileceğini gösteriyor. Bu da milyarlarca insanın yıllarca aşı olamayacağı anlamına geliyor. Pandeminin görünür kıldığı eşitsizliğin neden ve sonuçları: 

Dünyayı bir yılı aşkın bir süredir etkisi altında tutan yeni tip koronavirüsün (Kovid-19) etkisi sonbahar itibarıyla bir kez daha azami noktaya ulaştı. Kovid-19 vaka sayısı toplamda 70 milyona dayanırken ve ölü sayısı da 1.5 milyonu aşmışken; kritikleşen bu tablodan Türkiye de nasibini aldı. İlk defa Kasım ayının son çeyreğinde vaka sayılarını açıklamaya başlanan Türkiye’de günlük vaka sayısı 30 binin altına düşmüyor. Sağlık Bakanlığı, Perşembe günü yaptığı açıklamada Türkiye’de 10 Aralık itibarıyla toplam vaka sayısını 1 milyon 748 bin 567 olarak açıkladı. 

Hem Türkiye’de hem de dünya genelinde vaka ve ölüm sayıları hızla artarken, salgının hız kesmesi için gözler Rusya, İngiltere, Çin, Almanya ve ABD’nin piyasaya süreceği aşılarda. Ancak salgınla beraber eşitsizlik de tırmanıyor. Zira, Halkların Aşı İttifakı dünya nüfusunun yüzde 14’ünü oluşturan gelişmiş ülkelerin, geliştirilen aşıların yüzde 53’ünü istiflemiş olduğuna işaret ediyor. Gelişmiş ülkelerin aşı istifçiliği nedeniyle düşük gelirli 70 ülkede nüfusun sadece yüzde 10’u aşıya erişebilecek. Bu tabloya göre de milyarlarca insan yıllarca aşı olamayacak. “Eşitsizlik konusunu geniş bir perspektiften ele almak zorundayız. Kovid-19 öncesindeki dünyaya bakacak olursak, Kovid-19 sonrasının da nasıl bir dünya yaratacağını görebiliriz. Küreselleşme yaşandı. Süreç tüm dünyada refah artışı sağlanacağı, iş imkanlarının küresel boyutta oluşacağı, kültürlerin kaynaşacağı gibi tezler ile başladı. Bunların hepsi bir ölçüde gerçekleşti. Örneğin, komünist sistemden çıkan Çin’de büyük bir orta sınıf yaratıldı. Gelişmekte olan ülkelerin küresel ekonomide göreceli ağırlığı artmaya başladı. Ancak, eş anlı olarak önemli başka gelişmeler de oldu. Küreselleşen dünyanın yarattığı değişimler ve ortaya çıkan bazı avantajlara karşın eş anlı olarak gelişen çok önemli bazı sorunlar karşısında dünya yeteri kadar sorun çözücü olamadı. 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan küresel nitelikli örgütlerin tanım ve misyon değiştirmesi gerekiyordu. Bu süreç, oluşan sorunlara yanıt bulmaya yetecek hızda ve nitelikte olmadı” diyor. 

‘Gelişmiş ülkelerde gelir adaletsizliği arttı, gelişmekte olan ülke konumuna gelemeyenler dünyanın kalanından koptu’ 

 “Küreselleşme, çok sayıda unsurun küreselleşmesini beraberinde getirdi ama hiçbiri finans kapital kadar güçlü, baskın ve yaygın bir süreç yaşamadı. Dünyanın ve insanlığın içinden geçtiği sürece ilişkin her sorunun piyasa tarafından çözülebileceği gibi bir anlayışın gelişmesiyle tekelleşme eğilimi güçlenen ve teknolojik gelişmelerle beraber ‘insan’ faktörünü kenarda bırakan bir sermaye oluşumu ve bu sermayenin yine insan faktörünü dışlayan noktalarda tahsis edildiği bir süreç yaşandı. Gelişmiş ülkelerde gelir adaletsizliği yayılırken, gelişmekte olan ülke konumuna gelemeyen ülkelerin dünyanın geri kalanından süratle koptuğu bir dünya oluştu”  

Bu süreçte teknolojinin gelişiminin insanın olmadığı bir üretim sürecini mutlak kılma yolunda ilerledi ve teknolojinin yok ettiği iş sahalarının açtıklarından fazla oldu. 

“Geçtiğimiz günlerde, Daron Acemoğlu tarafından yapılmış bir sunumun teknoloji ile beraber ABD’de yarattığı işgücü talebi dönüşümü anlatılıyor. Yapay zeka ile beraber bugüne kadar görülmemiş bir ölçekte algoritmaların insanın yerine geçtiği ve bu nedenle içinde bulunduğumuz teknolojik gelişmelerin bugüne kadar gördüklerimize benzemediğini dile getiriyor. Teknoloji kullanımı konusunda devletin insanı korumak adına müdahaleci olması gerektiğini söylüyor. Yani, regülasyonlar yoluyla kısıtlayıcı bir rol üstlenmekten söz ediyor. Yapay zeka ile gelen teknolojilerin yeni iş sahaları açacağı kesin ama yok ettiği işler çok daha fazla. Dolayısıyla, net olarak insanın olmadığı bir üretim yapısı gelişiyor.”

Dünya kaynaklarının yetersizliğine ve bu sonuçlarına “Dünyada herkesin aynı standartta yaşaması mümkün değil. New York’ta yaşayan bir insanın yaşam koşullarını Kigali’de yaşayan bir insana da sunduğunuzda, dünyanın kaynakları bu dünya nüfusuna yetmiyor. Ancak, ortada büyük bir adaletsizlik var ve bu adaletsizlik çevresel faktörler üzerinden çok çarpıcı olarak varlığını hissettiriyor” .

‘Dünyanın en zenginlerinin oluşturduğu çevresel kirliliğin sonuçlarıyla en fakirleri baş etmek zorunda kalıyor’

Zenginlerin oluşturduğu bu çevresel kirliliğin sonuçlarıyla dünyanın en fakir kesiminin baş etmek zorunda kaldığına işaret eden Tunca “Paris Antlaşması ile küresel ısınmanın 1.5 derece santigrad ile sınırlandırılması hedefleniyordu ki bu seviyeye sadık kalınamayacağı tahmin ediliyor. 1990-2015 arasında dünyanın karbon salımı yüzde 60 oranında arttı. 1800’lü yılların ortalarından bu yana ise iki katlık bir artış söz konusu. Ortaya çıkan çevresel etkilerin yaratıcısı gelişmiş zengin ülkeler ama bu etkilerin sonuçlarını kuraklık, sel, kasırga gibi doğal afetlerle yüzleşmek zorunda kalarak yaşayanlar dünyanın en fakir 3.5 milyar nüfuslu kesimi. Paris Antlaşması’na göre oluşturulmuş bir karbon bütçesi bulunuyor. Karbon bütçesi, küresel ısınmayı 1.5 derece santigrad seviyesinde sınırlamak için salınabilecek karbon miktarını ifade ediyor. Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin kişi başına yarattığı karbon ayak izi 2030 için hedeflenen değerlerin yaklaşık olarak 35 katına, en fakir kesimin yüzde 50’sinin ise 100 katına ulaşmış bulunuyor. Dünyanın en zengin kesiminin yarattığı bu kirlilik dünyanın fakir kesimlerine yardım etmek amacıyla değil, kendi tüketimlerini artırmak amacına yönelik çalışıyor. Ancak, sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalanlar fakir kesimler. Ortada korkunç bir eşitsizlik bulunuyor. Kaldı ki, AB üyesi ülkelerin refah düzeyi göreceli olarak daha yüksek ve düşük olanları arasında da karbon salımı konusunda eşitsizlik söz konusu”

En fakir 64 ülkenin yaptığı toplam borç ödemesinin kendi sağlık sistemleri için harcadıklarının üzerinde. “2019’da dünyanın en fakir 64 ülkesinin gelişmiş ülkelere ve onların finansal kuruluşlarına yaptıkları borç geri ödemesi toplamı sağlık sistemleri için gerçekleştirdikleri harcamaların üzerindeydi. Şimdi, Kovid-19 krizinin 2 temel noktada zorlayıcılığı söz konusu: mevcut finansal yapıları kullanarak salgınla mücadelede yeterli olabilmek ve zayıflayan ekonomik koşullarda salgının yeni dalgalarını göğüsleyebilmek. Yani, salgın ile ilgili süreç uzadıkça, mücadele gücü zayıflıyor.  

‘Kovid-19 pandemisi, eşitsizliğin 3 temel kaynağı olan ekonomik yapı, teknolojik gelişmeler ve çevreyi daha görünür kıldı’

 Eşitsizliğin 3 temel kaynağının ‘ekonomik yapı, teknolojik gelişmeler ve çevre’ olduğunu, Kovid-19 pandemisinin ise bu eşitsizliğin görünür olmasında rol oynadığını söyledi. Tunca aynı zamanda küreselleşmenin sağlıksız bir ekonomik felsefesi anlayışı ve siyasette popülist yaklaşımları beslemekte. 

“Yukarıdaki anlatım, eşitsizliğin üç temel kaynağına odaklanıyor: ekonomik yapı, teknolojik gelişmeler ve çevre. Kovid-19 yerküredeki herkese dokunabilecek bir felaketin nedeni olunca, yaşanan ve yaşanabilecek eşitsizlikler bambaşka bir boyutta, tüm dünyanın eş anlı olarak sesini çıkardığı bir konu olma özelliğine büründü. Eşitsizliğin temel kaynaklarına odaklanınca, ulusal ve uluslararası siyaset kavramına ve uygulamalarına ister istemez çıkıyoruz. Küresel sorunların küresel bakış açılarıyla çözülebileceği aşikar. Aksi takdirde, yönetsel bir asimetri söz konusu. 2. Dünya Savaşı sonrasında Einstein tarafından da sürekli gündeme getirilmiş bir konu başlığı bu. Ancak, küreselleşmenin getirdiği sağlıksız bir ekonomi felsefesi anlayışı ile finans kapitalin küresel hakimiyeti 2008 krizini ve ardından da siyasette popülist bakış açılarını beraberinde getirdi. Popülizm, iç siyasette de, uluslararası ilişkilerde de kutuplaşma anlamına geliyor ki pek çok toplum kendi içinde, dünya ülkelerinin de pek çoğu kendi aralarında kutuplaştı. Sosyolog Elise Boulding, modern toplumların ana odaklanmaktan dolayı geleceğe odaklanacak zaman ve enerji bulamadıklarını 1978’de dile getiriyor. Bugün, 1978’in koşullarından çok farklı bir noktadayız. Teknolojik gelişmelerle hızlanan dünyada gelecek düşünülmüyor ve siyaset de toplumların kısa vadeciliğine popülist bir ayak uydurma sağlıyor. Küresel iklim değişikliğinin ulaşacağı boyut daha 1950’lerde, teknolojik gelişmelerin nerelere ulaşacağı ise 1960’larda, 1970’lerde dile getiriliyor. İnsanlık, bu felaketlerle karşılaşacağını yeni öğrenmiyor.

Yaşanan tüm bu sorunların çözümünün “dünyanın, ‘insan’ unsurunu öne çıkaran yaklaşımlarla ve demode kalmış küresel örgütleri ivedi olarak yeniden dizayn ederek ilerlemesi” olduğunu söyleyen Tunca “Devlet kavramının insanı koruyan bir sosyal anlayışa sarılması gerekiyor. İş imkanları, çevresel felaketler, gelir adaleti konularında ulusal ve uluslararası düzeyde ortak anlayışların geliştirilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, yukarıdaki verilerde görülen yüzde 1 ve dünyanın kalanına ilişkin çarpıcı karşılaştırmalar yapılmaya devam edecek ama çok cepheli bir felaketle karşı karşıya kalınacak. Nasıl olabileceği konusu ise büyük bir soru işareti. Bazı ülkelerin ve liderlerin G7, G20 gibi platformlarda bu işlere önderlik etmesi gerekiyor. Fakat, bu platformların da ne kadar sorun çözmeye niyetli olduğu yine büyük bir soru işareti. Medeniyetin gideceği yeri konuşuyoruz artık. Cambridge Üniversitesi’nden Luke Kemp tarafından “Medeniyetlerin Çöküşüne Giden Yolda mıyız?” başlıklı bir makale okudum geçtiğimiz günlerde. Benzer bir eseri yıllar önce Çöküş adlı kitabında Jared Diamond ele aldı. Bu şartlar altında, Kovid-19 sürecinin adil bir aşılama ile devam edeceğini düşünmek mümkün mü? Kovid-19, insanlığı çok yönlü bir teste tabi tuttu.

‘Kovid-19, sadece bu salgının yönetimini değil, arkadan gelen sorunların çözülmesini hatırlatıyor’ 

“Sağlığa ve aşıya topyekün erişim olmaması salgınları sürekli hale getirir mi?” sorusunun yanıtını aşağıdaki şekilde vermek mümkün.Birlikte okuyalım:   

“Bu konu, daha çok tıbbın konusu ama yaygın aşılama yapılması gerektiğini bilmek için tıp okumuş olmak gerekmiyor sanırım. Aşı bulunduysa da, bu aşıya herkesin ulaşması için daha uzun bir süreç var önümüzde. Tarihteki başka salgın hastalıklarda olduğu gibi aşının yayılmasıyla beraber salgın elbette baskılanacak ve yılını tahmin edemediğimiz bir gün kontrol altına alınmış olacaktır. Ancak Kovid-19, sadece bu salgının yönetimini değil, arkadan gelen çok büyük başka sorunların da çözülmesi gerektiğini çok güçlü olarak hatırlattığı için, 2020 yılı geleceği çok önemli boyutta etkileyecek bir yıl olma özelliğine sahip oldu.

Bu bağlamda ;Pfizer, Moderna veya korona virüs aşısı üzerinde çalışan herhangi bir ilaç firmasını kahramanlaştırmamaya dikkat etmeliyiz. Bunlar, kolektif araştırmadansa bile isteye seçtikleri rekabetçi araştırmayla meşgul, pazara oynayan özel kuruluşlardır. Milyonlarca insanın öleceği küresel bir salgından edilecek muazzam kârlar, bu şirketlerin oyun sonu kurgusunun bir parçası. Kimseye “ücretsiz” aşı sundukları da yok—ücretsiz derken, milyarlarca dolar değerindeki imtiyaz anlaşmalarıyla bağladıkları zengin ulusların vatandaşları için kullanılan ücretsizi kastetmiyorsak tabii. Önde gelen tüm aday aşı dozlarının ‰50’den fazlası, hâlihazırda bu tür ikili anlaşmalar yoluyla satın alınmış durumda. Yoksul ülkeler ise 2022’den önce kendi nüfuslarını aşılayamayacakları düşüncesiyle kendilerini çoğunlukla bu kurgunun dışında buluyorlar.

Pfizer, koronavirüs aşısından kâr etmeyi planladığını açıkça belirtti. Pfizer’in çok daha küçük ortağı olan BioNTech, aşı duyurusunun ardından piyasa değerini 25,8 milyar dolara (Deutsche Bank’tan daha fazla) kadar artırdı. Morgan Stanley analistleri, Pfizer ve BioNTech’in yalnızca önümüzdeki yıl aşıdan yaklaşık 13 milyar dolar kazanacağını tahmin ediyorlar.

Pfizer ve Moderna, kendi aşısı için ödeme yapacak bütçesi olmayan olan yoksul ülkelerle ortaklık kurmaktan kaçındı. Koronavirüs aşı denemelerine katılan diğer bazı ilaç şirketlerinin aksine, Dünya Sağlık Örgütü, UNICEF, Dünya Bankası ve Bill & Melinda Gates Vakfı tarafından koordine edilen bir aşı ittifakı olan COVAX’ı henüz imzalamadılar. COVAX, katılımcı ülkelere daha geniş bir aday aşı yelpazesine erişim olanağı sağlarken aynı zamanda daha yoksul ülkelerin paylarını güvence altına almalarına da yardımcı olan bir aşı havuzu organize ediyor. Pfizer, şu anda COVAX ittifakıyla görüşmelerde bulunduğunu açıkladı. Fakat bir yandan da Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği ile aşısının ilk dozları için imtiyaz sözleşmeleri imzaladı. Moderna da COVAX ile görüşmelerde bulunduğunu söylüyor (şirket, Coalition for Epidemic Preparedness Innovations’tan çok erken bir fon almıştı); Warp Speed Operasyonundan 1 milyar dolarlık Ar-Ge parasını kabul ettiğinden, şirketin ilk dozlarından yüz milyonlarcası hâlihazırda ABD ile bir tedarik anlaşmasına bağlı durumda.

Pfizer ve Moderna’nın, aşılarını sermayeye çevirmek istemeleri şaşırtıcı değil. İlaç şirketleri, hayat kurtaran ilaçların arzını kısıtlamak ve fiyatlarını şişirmek için uzun süre katı patent rejimleriyle kurulan tekelleri kullandılar. Ancak, COVID-19 salgını tam da küresel liderleri elzem ilaçların geliştirilmesinde kullanılan bu modeli yeniden düşünmeye yönlendirmesi gereken türden bir felakettir. Küresel bir salgının ortasında, tüm gezegenin sağlığını ve ekonomik çıktılarını neden ilaç şirketlerinin iş planları belirliyor?

Amerika Birleşik Devletleri gibi zengin ülkeler, Pfizer gibi şirketlerin patent ve fiyatlandırma haklarının tartışmaya açılmasına müsaade etmeyerek, aşı dağıtım araçlarını şirketlerin belirlemesinin etkin bir biçimde önünü açıyor. Yakın zamanlı diğer sağlık krizleri, bu statükonun gerçekte ne kadar ölümcül ve eşitsiz olduğunu çoktan gösterdi.

Aşı şirketlerine gelişimleri ve buluşları için tazminat verilmeli fakat şirketlerin kâr marjları küresel dağıtımı belirlememelidir. Uzun vadede, COVAX tarafından önerilen türde bir küresel ağ altyapısının oluşturulması ve desteklenmesi son derece önemlidir. Bu salgın son salgınımız olmayacak. İleriyi düşündüğümüzde, en yüksek teklifi verene öncelik veren mevcut sistemden, küresel halk sağlığının gerçeklerine ve gereklerine eğilim gösteren başka bir sisteme geçmemiz gerekiyor.Bu notumuz şimdilik burada kalsın. 

Başka bir perspektifden ve içinde bulunulan konjonktüre uygun konun analizini yapmakta fayda var. Bu bağlamda; en tehlikeli dezenformasyon türü, yanlış/yanıltıcı bir bilgiyi yoktan üreten değil, doğru bir bilgiye yönelik kitlesel kuşku yaratan; doğrunun itibarını sarsmayı hedefleyendir. Bu nedenle WHO esas tehlikenin “pandemi” değil; güven duygusunu zedeleyen “infodemi”olduğunu söylüyor https://bit.ly/2IbZFKK. “Menşei ne olursa olsun, COVID-19 aşısı hakkında sorgulayıcı düşünüp samimi tereddütleri gidermeye emek vermek doğaldır. Ancak, şüphe yaratıp umut kırmak için, bundan lezzet alarak, doğruluğu bilinmeyen iddialar ortaya atmak, ölüme yoldaşlık etmektir. Insan hayatı ile oynamaktır.”

Bu bağlamda, “İnfodemi” öyle bir hal aldı ki insanların bazıları:

– Virüse inanmıyorlar

– Salgına inanmıyorlar

– Teste inanmıyorlar

– Aşıya ve ilaca inanmıyorlar

– Bilime, bilim insanına ve hekimlere inanmıyor …

Sanki ülkede resmi verilere göre ;

günlük vaka sayısı 30 bin değil!…

her gün  yaklaşık 200 ölüm vakası yok,

60 yaşın üzerindekilerin covid19

ölüm riski gençlere göre 50 kat değil!

Sanki, riskleri görememe/anlayamamanın

toplumsal maliyetinin

 maksimum nereye varabileceğine yönelik,

tüm toplumun dahil edildiği acımasız bir deneyin içinde değiliz.

Koronavirüs aşısı: Aşıyla ilgili komplo teorileri neler, bilim insanları bunları nasıl çürütüyor? Koronavirüs aşısıyla ilgili her gün yeni bir ilerleme sağlanırken özellikle sosyal medyada aşılarla ilgili söylentiler yaygın olarak ilgi çekiyor ve paylaşılıyor.

Genetik kodların değiştirilmesinden, milyonlarca kişinin bedenine mikroçipler yerleştirmeye kadar birçok söylenti ‘kulaktan kulağa’ yayılıyor.

Aşağıda ki yazıda bu yanlış iddialardan bazılarınının bilim adamları tarafından nasıl çürütüldüğü anlatılıyor.Birlikte okuyalım: 

i-Oxford Üniversitesi’nden Jeffrey Almond, “mRNA’yı bir insana enjekte etmek insan hücresindeki DNA’ya hiçbir etkide bulunmaz” diyor.

ii- koronavirüsle mücadele için mikroçipleri kullanacağı iddası.Gates Vakfı’nın desteklediği bir çalışmaya da atıf yapıyor. Çalışma, kişilerin aşı bilgilerinin özel bir mürekkep enjekte edilerek deri yüzeyinde saklanabilmesini sağlayabilecek bir teknolojiye ilişkin.Oysa çalışmada bahsi geçen uygulama bir mikroçip değil, daha çok görünmez bir dövmeye benzetmek mümkün.

iii-‘Cenin dokusu’ dedikodusu.

Aşıların insan ve hayvan ceninlerindeki bazı dokuları, özellikle de akciğer dokularını içerdiğine yönelik söylentilere de rastlanıyor. Bu iddialar bazen de “anne karnındaki 3-6 aylık bebeklerin kürtajla alınıp bedenlerinin aşı çalışmaları için kullanılması” şeklinde paylaşılıyor.

Southampton Üniversitesi’nden Dr. Michael Head, bu söylentiyi net ifadelerle yanıtlıyor: “Herhangi bir aşı üretim sürecinde cenin hücresi kullanılmıyor.”

iv-‘İyileşme oranı’ argümanı

Sosyal medyada yer alan aşı karşıtı argümanlardan birisi de, “Eğer koronavirüsten ölme oranı bu kadar az ise aşı olmak gereksizdir” şeklinde formüle edilebilir.

Aşı olmaya karşı insanlar tarafından paylaşılan bir görselde, Covid-19 hastalığında iyileşme oranının yüzde 99,97 olduğu söylenerek, koronavirüs kapmanın aşı olmaktan daha güvenli bir seçenek olduğu ileri sürülüyor.

Öncelikle bu görsellerde yer alan “iyileşme oranı”, yani virüs kaparak iyileşenlerin oranı doğru değil.

Oxford Üniversitesi’nden istatistik uzmanı Jason Oke, koronavirüsten enfekte olanların yüzde 99’unun kurtulduğunu söylüyor. Yani her 10 bin kişiden 100’ü yaşamını yitirecek ve bu sayı, görselde yer aldığı haliyle her 10 bin kişiden 3 kişinin yaşamını yitirmesinden oldukça fazla.

https://www.bbc.com/news/54893437

Bir de   emperyalist /neolibaral ülkelerin COVID-19 salgınını, küresel bir sorun olarak görmeyip “Aşı Milliyetçiliği” yapmaları.

 Oxfam International tarafından Eylül ayının başında yayımlanan raporda,   AstraZeneca, Gamaleya/Sputnik, Moderna, Pfizer ve Sinovac’ın aşı stoğunun yüzde 51’inin dünya nüfusunun yalnızca yüzde 13’üne sahip olan zengin ülkeler tarafından satın alındığını belitilmiş, kalan yaklaşık 7 milyar insanın 2 buçuk milyar doz aşıyla yetinmek zorunda kalacak.

Hesaplamalar, ilaç şirketlerinin tekellerini ve kârlarını koruyan ve zengin ulusları destekleyen, üretimi yapay olarak kısıtlayan ve dünya nüfusunun çoğunu aşı için gereğinden fazla bekleten çarpık bir sistem… Oxfam International Geçici İcra Direktörü’nün  çok önemli tesbitleri var. COVID-19 aşısı ihtiyacını karşılayamayacak. İşte bu nedenle, onları, herkesi güvende tutmak için bilgilerini patentsiz olarak paylaşmaya ve üretimde bir kuantum sıçramasının arkasına geçmeye çağırıyoruz. “Bir Halk Aşısına ihtiyacımız var, kâr aşısı değil. “

https://bit.ly/33J3Aqa
https://bit.ly/37ALbwD
https://bit.ly/37CFsX1

https://bloom.bg/31bdy2z /

https://bit.ly/2NOBp0o

Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), aralık ayı ekonomik görünüm raporunu yayınladı https://bit.ly/3gdjQEK ve salgın son aşamaya girerken küresel ekonomik iyileşme için ilginç bir senaryo ortaya koydu. Hâlihazırda küresel Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYİH), aşılama kampanyaları, uyumlu sağlık politikaları ve hükümetin mali desteği sayesinde 2020’de 4,2’lik bir düşüşün ardından 2021’de yüzde 4,2 artması bekleniyor.

Rapora göre, Covid-19 aşısının yaygınlaşması hızlı olursa, küresel ekonomi daha hızlı bir artış görebilir. Eğer bu gerçekleşebilirse, koordineli bir aşılama kampanyası sayesinde virüs üzerindeki belirsizlikler ortadan kalktığı için güven roket gibi fırlayacaktır.

Bu büyük bir “eğer”. Tünelin sonunda gerçekten bir ışık olduğunu ve dünyanın en acil toplu meselesinde iş birliği yaparak bu ışığı daha da parlak hale getirebileceğini görmek güven verici olsa da, bazı çok şaşırtıcı olmayan engeller yolumuza çıkıyor. Sözde “aşı milliyetçiliği”, Covid-19 Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından salgın ilan edilmeden önce bile sorun olmuştur. Bilim insanları hemen bir aşı üzerinde çalışmaya başladı ve birçok zengin hükümet, potansiyel bir adayı belirlemede hızlı davrandı.

Bu azınlık ülkeler için iyi olsa da, fon eksikliği nedeniyle bu tür anlaşmalardan çıkarılan yoksul ülkeler için yıkıcı olacağı açıktır. Bu, aşılara öncelikli erişimden mahrum bırakılacaklara nazaran, küresel nüfusun çoğunun gelişmekte olan dünyada yaşadığı göz önüne alındığında salgını uzatacaktır.

DSÖ, Gavi (Aşı İttifakı) ve Salgın Hazırlık Yenilikleri Koalisyonu (CEPI) tarafından ortak bir kamu-özel ortaklığı girişimi olan Aşıları Küresel Erişim Programı (COVAX), aşıya erişim için eşit şartların sağlanmasında önemli bir araçtır.

Bununla birlikte, plana özgü bazı sorunlar vardır; örneğin, programa girecek ülkelerin, fiyatlandırma ve erişim açısından ilerleyen aşamalarda sorunlar yaratabilecek bağımsız anlaşmalara girmelerine hâlâ izin verilecek olması gerçeği ve aşı adaylarının iki doza ihtiyaç duyacak olmaları nedeniyle 2021 yılına kadar 2 milyar aşı dozuna ulaşmak pek de yüce olmayan bir hedeftir.  

Asıl sorun politiktir. COVAX, değişen derecelerde etkililiğe ve farklı geliştiricilere sahip dokuz aşı adayı tarafından destekleniyor, bu da bazı ülkelerin aldıkları aşının siyasi bir hasmı tarafından geliştirildiyse üzülmesine veya güvensizliğe yol açabilir.

Özellikle, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) COVAX’tan vazgeçti ve aşılar pazara girmeye başladığında herkes kendi başının çaresine baksın politikasını benimsemek isteyebilecek diğer zengin ülkeler için gidişatı belirledi.

Bu zihniyet, potansiyel olarak kötü bir aşı milliyetçiliğinden aşı korsanlığına dönüşebilir. Bunun emsali bahar ayında ABD’nin, Almanya’nın satın aldığı bulunması zor yüz binlerce FFP2 maskesini “korsanlık eylemi” olarak nitelendirerek el koymasıyla yaşanmıştı.

Son derece öngörüsü olmayan bu tür davranışlar, dünyanın salgını yönetmedeki kolektif çabalarına zarar veriyor. DSÖ’nün devamlı tekrarladığı gibi, herkes güvende olana kadar kimse güvende değildir. Salgın, herkesin aşıya adil erişimi olana kadar sona ermeyecektir.

Bu nedenle, çok taraflı bir çerçevenin desteğiyle bir aşının hızlı ve etkili bir şekilde hayata geçirilmesi her kamu görevlisinin asıl odak noktası olmalıdır, çünkü bu konuyu önce ele almadan uzun vadeli küresel (bırakın ulusal) ekonomik beklentiler de dâhil olmak üzere geleceği ciddi bir şekilde tartışmak anlamsızdır.

“Aşı milliyetçiliği” doğru gibi görünebilir. Bu zihniyet, liderlerin vatandaşlarının ve ekonominin güvenliğini sağlamak için sorumlu olarak yapması gereken bir şey gibi görünebilir, ancak bu o kadar basit değil. Covid-19 salgını, küresel düşünmeyi gerektiren küresel bir sorundur ve bu düşüncenin sonunda büyük faydalar sağlayacaktır.

OECD’nin aralık raporundaki sert uyarı da, aşıların yaygınlaştırılması yavaş olduğu takdirde küresel ekonominin sıkıntı yaşayacağıdır.

Maalesef, kriz sırasında dikkate alınmayan birçok uyarı oldu. Örneğin, uzmanlar tam kesin olmamakla birlikte neredeyse uzun bir süre gerçekten de çok sayıda koronavirüs dalgası olacağı uyarısında bulundular, fakat birçok ülke bir şekilde, ilk seferde başarılı olsalar bile ikinci dalga için hazırlık yapamadı.

Açık bir somut teşvikin bu özel uyarıyı politika yapıcılar için biraz daha ciddi hale getireceğine dair umut var. Halk sağlığı kurumlarına olan inanç, “para konuşur” sözü gibi krizin talihsiz bir zayiatı oldu. Güçlü bir ekonomik iyileşme ihtimali en inatçı politikacıyı bile kazanmak için yeterli olamıyorsa, o zaman gerçekten hiçbir şey olamaz.

    Türkiye’nin almayı planladığı Çin merkezli şirket Sinovac Biotech’in geliştirdiği aşının faz 3 çalışmalarında son raporun önümüzdeki hafta açıklanması bekleniyor.

Türkiye’de yaklaşık 13 bin kişide denenen aşıdan ilk etapta 50 milyon doz sipariş edildi ve uygulamanın 11 Aralık’ta kademeli şekilde başlaması bekleniyor.

Ülkemizde yaklaşık 13 bin kişide denenen aşı faz 3 çalışmaları Çin, Endonezya ve Brezilya’da da yürütüldü ve şimdiye kadar ciddi bir yan etkinin gözlemlenmediği duyuruldu.Türkiye’deki Ulusal Referans Laboratuvarları’nda biyogüvenlik testlerine alındıktan sonra aşı uygulamasına geçilecek. Konunun uzmanı bir bilim adamının uyarılarını gözardı etmemek gerekiyor:

i-“Aşılar en güvenilir tıbbi – biyolojik ürünlerdir ve uzun on yıllardır bu gerçek kanıtlanarak gelinmektedir. Bilimsel olmayan savlarla insanları aşıdan soğutmak ağır bir sorumluluk hatta suçtur!” 

ii-Olumlu Evre 3 raporları yayınlanmadan hiçbir aşı uygulanmayacağı koşulu temel madde olarak mutlaka konulmaktadır, 

iii– Aşı dış alımını Ticaret Bakanlığı doğrudan yapmalı, aracı şirket kullanılmamalıdır.‘Test edilmeli’

iv– Dış alımı koşullu olarak yapılan aşılardan çekilecek uygun örneklem, ülkenin Ulusal Referans Laboratuvarları’nda biyogüvenlik testlerine alınmalıdır. 

v– Sinovac yetkilileri hafta içinde Evre 3 raporunu yayınlayacaklarını bildirdiler. Bu aşı Türkiye’de de 12.500 dolayında gönüllüde uygulanmış ve önemli sorun gözlenmemiştir. Brezilya, Endonezya, Çin’de de Evre 3 uygulamaları yapılmıştır. Hatta Çin’de 1 milyona yakın sağlık çalışanı aşı olmuştur ve erken sonuçlar olumludur.

vi- Türkiye’de de zaman kazanmak için süreç hızlandırılmıştır, çünkü salgın tüm hızıyla can almaktadır. Atılan her adımın saydam, katılımcı, kamuoyuna açık – denetlenebilir olması zorunludur. 

vii- Aşılama hizmetleri toplum katılımı ile düzenlenmeli, önceliklendirme uluslararası bilimsel – etik kurallara uygun yürütülmelidir. Önceki gün Bilim Kurulu’nca saptanan ilkeler yerindedir.

‘Yüzde 90 koruyucu’

viii- Sinovac yüzde 90’a yakın koruyucudur. Fiyatı 30 dolar / doz olarak belirtilmiştir, ancak Sağlık Bakanlığı dış alım bedelini açıklamalı ve ülkemizde herkese ücretsiz ulaştırmalıdır.

ix- 18 yaş altındaki çocuklara aşı uygulanmayacaktır! Kalan 70 milyon nüfusa iki-üç hafta ara ile iki doz gereklidir. İdeal koşullarda 70 milyon X yüzde 90 = 63 milyon kişi aşı ile bağışıklanmış olacaktır. Salgın halen çok şiddetlidir ve Ro değerinin 5 dolayında olduğu kestirilebilir. Dolayısıyla yüzde 63 toplum bağışıklığı oranı bile, salgını bütünüyle ve hızla sönümlendirmeye yetmeyebilir. Bu bakımdan, hedef kitlede bir kişi bile aşılanmamış kalmamalıdır.

Yüzde 60’ı aşkın toplum bağışıklığına yaygın aşılama ile erişebilirsek, salgının hızını epey düşürebilir, hastalanmaları ve ölümleri azaltabiliriz.

x- Yirmi milyon dolayında 0-18 yaş çocuğumuz bulaşı alabilecek, taşıyıcı ve bulaştırıcı olabileceklerdir. Bu durum önemli bir kırılgan halkadır, okulların bir süre daha kapalı tutulması dahil, gerekli önlemler sürdürülecektir.

‘Sinovac ölü bir aşı’

xi- Akıldan çıkarılmaması gereken; aşılanma ile sorunun bitmeyeceğidir. Eldeki aşılar hastalığın bulaşmasını -yayılmasını önlemeden çok, hastalananların ağır geçirmesini, komplikasyonları ve ölümleri azaltma yönündedir. Sinovac bir ölü aşıdır ve hastalığın aşı ile bulaştırılması riski yoktur. Ne denli güçlü bağışık yanıt oluşturacağı ve kalıcılığı, öbür aşılarda olduğu gibi, gerçekte, zamanla öğrenilecektir. Açıklanan koruma oranları deneyseldir ve sınırlı nüfus kümelerine ilişkin ön verilerdir. Maske- uzaklık- temizlik devam!

xii– mRNA teknolojisi ile üretilen aşılarda viral RNA’nın insan DNA’sına eklemlenebileceğine ilişkin (integrasyon) bilimsel veri yoktur. Ancak eksi 70-80° sıcaklık gerektirmesi ciddi bir lojistik engeldir. Türkiye’nin bu bağlamda bir altyapısı yoktur.

Eldeki soğuk hava depoları -21° içindir ve SINOVAC bu koşullara uyumludur.

xiii- Yetmiş milyon insanımıza iki dozdan 140 milyon doz aşı, 30 dolar/doz hesabıyla 4.2 milyar dolar gibi muazzam bir tutara erişmektedir. Tartışmasız biçimde halkın sağlığı seçilerek bu kaynak yaratılmalı ve herkes aşıya ücretsiz erişebilmelidir. Zamanla aşı fiyatları düşer.

Biz, nüfusun %30’una yetecek kadar Çin aşısı edinmişiz. Yeşil ülkeler nüfusunun 2 katını aşkın aşı edinenler. Benzer durumdaki ülkeler listesi şu.https://www.bloomberg.com/graphics/covid-vaccine-tracker-global-distribution/

​Son Söz:Hepimizin sağlığı, çocuklarımızın eğitimi, ekonomimizin rekabetçiliği, turizm potansiyelimiz, hepsi bu aşıyı zamanlı yapmamıza bağlı. 

Referans:

(*) ’https://bit.ly/2JXpxLk

Stephanie DeGooyer and Srinivas Murthy , (November 18, 2020). “Don’t Heroize Pfizer and Moderna” , https://bit.ly/2VJePKP

Arda Tunca,https://sptnkne.ws/ECtv

NOT: Türkiye’nin koronavirüs aşısı satın aldığı Çinli Sinovac şirketinin rüşvet geçmişi gündemde iken “tencere dibin kara,seninki benden kara” BigPharma sektörü kirlidir.  Ukrayna, Tayland turları, ev, araba hediyeleri vb rüşvetler. Buyrun Pfizer

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2009/09/090903_pfizer  / 

ABD’nin pandemiyle mücadelesinin önde gelen üyelerinden, Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Dr. Anthony Fauci, İngiltere’deki sağlık yetkililerinin aşı deneme verilerini, Amerikalı yetkililerin yaptığı gibi ‘dikkatli’ incelemediğini söyledi.

https://www.bbc.com/news/topics/crjr0y4n0z9t/anthony-fau

Comments

Previous
Next
Back To Top