İlksöz: Küresel güçler; sürdürülebilir refahları İçin, tarih boyunca her zaman kaba kuvvet yoluyla yerküreden daha büyük bir dilim kapma yoluna gitti. Emperyalist devletlerin / Neoliberalizmin eseri olan ‘terörle savaşın sığınmacıları’nı fazlasıyla aşan, emperyalizmin göçmenleri ile ilgili bir dramı ve sonuçlarını yaşıyoruz.
Türkiye’ye Afganistan ve Suriye kökenli göçmen akımlarının kaynağında emperyalizm yatıyor.
Önce Suriyeliler, şimdi de Afganlar… Milyonlarca “yabancı” ülkemizde barınmaktadır. Bu sayı, son on yılda hızla tırmanmış durumda..
Göçmen nüfus artışlarının 20’nci yüzyıl ve sonrasına odaklanalım. Batı’da ve Türkiye’de bu süreç farklı nedenlere bağlıdır; eş-zamanlı da değildir.
Avrupa ve ABD’de 1980 sonrasında neoliberalizm Güney coğrafyasında sarsıntılar yarattı; Batı’ya göç dalgalarını hızlandırdı. 1992’de AB, kendi içinde emek dolaşımını serbestleştirdi; bu adım, yeni katılan Doğu Avrupalıları da zaman içinde kapsadı.
Türkiye’de tetikleyici etken savaşlardır. Emperyalizmin İslam coğrafyasına saldırıları 2011 sonrasında Suriye’den Türkiye’ye hızlı bir göç dalgası başlattı. Bugünlerde Afganistan kaynaklı benzer bir süreç yaşanıyor. Milyonlarca göçmen, artık Türkiye işgücü piyasasının fiilen parçasıdır.
Göç alan ülkelerin siyasal haritalarında önemli değişimler gerçekleşti. Batı ile Türkiye arasında farklılıklar var. Son kırk yıla göz atalım; birkaç değinme ile yetinelim.
TBMM Araştırma Komisyonu raporunda (2017) Türkiye’de 1 Suriyelinin Türkiye’ye aylık maliyeti 300 Dolar, yıllık 3600 Dolar https://bit.ly/3l0WzKF Bu maliyete Kayıt dışı çalışma ile devletin vergi kaybı, ucuz iş gücü nedeniyle Türk vatandaşlarının işsiz kalması, 4a kadrolu çalışan sayısında resmî rakamda en az 600 bin civarında azalma, konut ve kira giderleri, kayıt dışı ve ruhsatsız iş yeri açma ile haksız rekabet, sağlık, eğitim ve güvenlik personeli istihdamının maliyeti gibi dolaylı maliyet ve kayıplar bu rakama dâhil değil..
“Göçmen yer değiştirmez, yeryüzündeki yerini yitirir” . Allah kimseyi yeryüzünde yersiz, yurtsuz bırakmasın. Büyük bir yoksunluk! Küresel Oyun Kurucuların bitmek bilmeyen refah düzeyini arttırma istekleri… Emperyalist güçlerin Refah düzeylerinin sürdürebilirliği için… Küresel güçlerin bir dairesel permütasyon içinde sürdürülebilir refahlarını arttırma diyalektiği,zorunlu göç…
.Kapitalizmin Altın Çağı (1945-1980), Batı işçi sınıflarını “hizaya getirme önceliği” ile son bulmuştu. Göç, bu disipline katkı yaptı. Büyük sermaye ve merkez-sağ partiler, ulusal sınırları gevşek tutmayı yeğledi.
21’nci yüzyıl başlarında emperyalizmin Orta Doğu saldırıları, Türkiye ve Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yeni bir göç dalgası tetikledi. Latin Amerika’da ise, askerî ve “sivil” darbeler sol rejimleri yıkmakta; ABD sınırlarına yoksul emekçileri yığdı.
ABD’de Brown Üniversitesi’ne bağlı Watson Institute, 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin başlattığı “terörle savaşlar”ın bazı sonuçlarını araştıran bir raporu 9 Eylül 2020’de yayımladı.https://bit.ly/3d3FzgL/ https://bit.ly/3l8XcP2
“Hangi sonuçlar?” sorusu Rapor’un ana başlığında açıklanıyor: Savaşın Maliyetleri: Sığınmacı Yaratmak. Bir alt-başlık ayrıntı veriyor: ABD’nin 11 Eylül-sonrası Savaşlarının Yarattığı Nüfus Hareketleri.
Rapor, yedi kişilik bir araştırma ekibinin ürünü. Başında antropoloji profesörü David Vine yer alıyor.
Rapor’un bulgularını, sonuçlarını değerlendirelim. Bazı uzantıları da ekleyerek…
Rapor, ABD’nin yakın geçmişte yürüttüğü savaşları yaşayan sekiz ülkeyi kapsıyor: Afganistan, Pakistan, Irak, Libya, Suriye, Somali, Yemen ve Filipinler.
ABD’nin rolü? “Bu nüfus hareketlerinin ana nedeni ABD’nin başlattığı, açıkça katkı yaptığı savaşlardır.” Sözü geçen savaşlara katkı yapan çeşitli toplumsal, tarihsel, ekonomik koşullar da rol oynamış olabilir; ama tümü ABD tarafından başlatılmıştır.
Biraz da bu nedenle Rapor, Suriye’de 2012-2013’te ABD’nin açıkça desteklediği silahlı direnme dönemindeki zorunlu göçleri dikkate almıyor. Hesaplamaları 2014’e, yani ABD’nin IŞİD’e karşı askerî operasyonları başlatma tarihine çekiyor.
Bu savaşların yarattığı sonuçların sadece bir boyutu ele alınıyor: Yaşadıkları yerleşkeleri, ülkeleri savaş nedeniyle terk etmek zorunda kalan insanların sayısı… Ülke dışı (“sığınma” amaçlı) ve ülke içi hareketler ayrı ayrı tahmin ediliyor. Toplamın alt sınırı 37 milyon insandır. Bu alt sınır dahi, II’nci Dünya Savaşı hariç, son iki yüzyılda yaşanan her savaşın yarattığı göçleri aşmıştır.
Sığınmacılar 8 milyona ulaşıyor; savaş nedenli iç göçlere 29 milyon insan katılıyor. Savaşın son bulması, çatışmaların hafiflemesi gibi nedenlerle iç-göçmenlerin birçoğu dönebilmiştir. “Dönme” olgusu, savaşın yarattığı şoku ortadan kaldırmadığı için Rapor, bu insanları toplamda tutmuştur.
Listede Filipinler’in yer alması yadırganabilir. Rapor’dan öğreniyoruz ki, ABD özel kuvvetleri ve Filipin hükümeti Mindanao adalarındaki İslamcı, ayrılmacı hareketlere silahlı operasyonlar yürütmüş ve 1,7 milyon insanı iç göçlere sürüklemiş.
Savaşın Maliyetleri Raporu’nun sekiz ülke için hesapladığı “maliyetler”in en ağırı Irak’a düşüyor: 2013-2020 arasında 9,2 milyon insanın zorunlu göçü… 6,9 milyon insan, gelen ABD’nin önce Saddam’a, sonra IŞİD’e karşı savaşları nedeniyle yerleşkelerini, evlerini terk etmiş; gerisi ülke dışına kaçmış.
2 milyon aşkın bu ikinci grubun çoğunluğunun Türkiye üzerinden sığınmacı olarak Avrupa’ya yöneldiği anlaşılıyor. Ne kadarının Türkiye’de kaldığını Rapor belirtmiyor; resmi kayıtlarımızda vardır.
ABD’nin Irak savaşının “ana maliyeti”, Rapor’un hesapladığı nüfus hareketleri değil; elbette ölümlerdir. Sadece üç yılı aşkın bir dönemde Irak’ta işgal nedeniyle meydana gelen ölümler araştırılmış; bulgular İngiltere’nin ünlü tıp dergisi The Lancet’in 11 Ekim 2006 tarihli internet sayfasında yayımlanmıştı.
Bu araştırma, Mart 2003 ile Temmuz 2006 arasında Irak’ta 1849 haneye uygulanan bir ankete dayanıyordu. Anket sonuçlarına göre kapsanan kırk ayda işgal nedeniyle ölen Iraklılar 654.965 kişiydi. Bu tahminin yüzde 90’ı aşan bölümü (yaklaşık 601 bin kişi) şiddet sonucu ölenlerden oluşuyordu. Geri kalan ölümler, “işgale bağlanabilecek diğer etkenler”den kaynaklanmaktaydı.
Savaşın Maliyetleri Raporu, savaşların yol açtığı ölümleri hesaplamayı hedeflememiştir. Kapsanan ülkelerden Afganistan; Irak ve Suriye’de “ABD’nin terörle savaşının ölüm bilançosu”, zaman zaman Batı’nın resmî kaynakları tarafından duyuruluyor.
İngiltere’den Fransa’ya, Almanya’dan İtalya’ya Avrupa’nın önde gelen siyasetçileri, seçim sonuçlarını etkileyen, iktidarları değiştirebilecek sığınmacı krizini yıllar boyunca tartışıyor; Savaşın Maliyetleri Raporu’nda vurgulanan gerçek nedenine ise asla değinmiyorlar. İngiliz İşçi Partisi’nin bir önceki lideri Jeremy Corbyn’i saymazsak… Corbyn de esasen bu türlü “aykırılıkları” nedeniyle liderlikten uzaklaştırılmıştı.
Avrupalı liderlerin suskunluk nedeni açıktır: “Sığınmacı krizini” tetikleyen Orta Doğu savaşlarındaki suç ortaklıkları…
Irak ve Suriye’deki emperyalist savaşları ilk elden ve “mağdurlar”ın penceresinden izleyen az sayıda onurlu Batılı gazeteci bu ülkelerde son yirmi yılın insanlık dramlarına ilk elden tanık olmuştur. Bu gazetecilerden Patrick Cockburn “Savaşın Maliyetleri” Yazısından birkaç aktarma yapalım:
“Uydurma lastik botlara tıka basa doldurulmuş umarsız sığınmacılar İngiltere’nin Güney kıyılarına ulaşıyorlar. Bunlara istilacı gözüyle bakan göstericiler, geçen hafta Dover limanının çıkışını ‘sınırlarımızı koruyun’ çağrısıyla kapattılar.”
“Batı’daki yaygın bir görüşe göre bu insanlar yozlaşmış, şiddet dolu ülkelerinden kurtulmak için daha güvenli, zengin coğrafyalara sığınma çabaları içindedir. Gerçekte ise Manş Denizi’nin kıyılarına kadar uzanan bu toplu göçün kaynağı, ABD ve müttefiklerinin 11 Eylül sonrasında başlattığı askerî müdahalelerdir.”
Cockburn, Savaşın Maliyetleri Raporu’nun yukarıda özetlediğim ana bulgularını aktardıktan sonra devam ediyor:
“20 yılda en az 37 milyon insanın toplu göçüne yol açan bu savaşların, çatışmaların tek sorumlusu ABD değildir. 2011’de Britanya ve Fransa, ABD’nin desteğiyle, Libya halkını Kaddafi’den kurtarma iddiasıyla Libya savaşını başlattı. Sonuçta, birbiriyle savaşan çetelere, gangsterlere devredilen Libya, Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya taşan sığınmacıların geçidi oldu.”
“David Cameron, Nicolas Sarkozy ve Hillary Clinton kadar geri zekalı liderler dahi bu savaşların yol açacağı feci siyasal sonuçları öngörmeliydi. Kaçınılmaz olarak tetiklenen sığınmacı ve göçmen dalgası tüm Avrupa’da yabancı-karşıtı aşırı sağ akımları güçlendirecek ve 2016’daki Brexit halkoylamasının sonucunu da belirleyecekti.”
Tekrar edecek olursak: Emperyalizmin son yirmi yılda Orta Doğu’da yoğunlaşan haydut saldırganlığı, milyonlarca zorunlu göçe, sayısız ölümlere yol açtı. Madalyonun öbür yüzü Batı siyasetinde ortaya çıktı: Sığınmacı krizi, Avrupa’da aşırı sağı güçlendirdi; iktidarları etkiledi.
Bu tespitler eksiktir. Emperyalizmin ekonomik katkıları ile tamamlanmalıdır.
Daha açıkça ifade edelim. Kırk yıldan bu yana sermayenin sınırsız tahakkümü, neoliberalizm adı altında Güney coğrafyasına taşınmakta; yarattığı şoklar, milyonlarca emekçiyi Avrupa’ya, ABD’ye sürüklemektedir.
Kimdir bu emekçiler? “Serbest dış ticaret, küçülen devlet, özelleştirmeler, tarımın uluslararası piyasalara teslimi, işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, kamu hizmetlerinin metalaşması” reçetelerinin mağdurları… Kapanan fabrikaların işçileri, diplomalı işsizler, kent yoksulları, devletlerinin fiyat, kredi desteğinden yoksun kalan pamuk, pirinç, mısır çiftçileri, topraklarını yitiren köylüler…
“ABD’nin terörle savaşı”nın kapsamı dışında kalan Magrip’in, Siyah Afrika’nın milyonları, sadece Libya’dan değil, Fas üzerinden de Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Topraklarını yitiren Meksikalı çiftçiler yıllardan beri ABD’ye sızıyor. Tüm Latin Amerika’dan Kuzey’e yönelen emekçi akımı geçen yıl, Guatemela, Honduras, Salvador’dan yürüyerek Meksika-ABD sınırına ulaşan on binlerde ortaya çıktı; Trump’ın duvarına, dikenli tellerine takıldı.
Kısacası, emperyalist devletlerin eseri olan “terörle savaşın sığınmacıları”nı fazlasıyla aşan, emperyalizmin göçmenleri ile ilgili bir dramı ve sonuçlarını yaşıyoruz.
“… Berlin Duvarı yıkıldığında, kapitalizmin doğasında içkin krizlerden, eşitsizliklerden bunalmış “Batı”nın SSCB’nin çöküşünü fırsata dönüştüreceğini, toplumsal refahı ihmal etmeyen yeni bir piyasa ekonomisi modeli geliştireceğini düşünmüştüm.Bu arad şu notu da ekliyeyim SSCB’nin çöküşü kapitalizmin üstünlüğü değil,partili olgarkların hantal ve acımasız uygulamalarıdır.Gün oldu devran döndü,bbu defa da Küresel güçlerin seçkinleri gemi azıya aldılar.Sosyalizme karşı “kesin” zafer kazandıklarına iman etmişlerdi.Rus ortaklarını yedeklediler.Toplumsal duyarlılığın son izlerini de temizlemeye giriştiler,el birliği ile.şimdi artık biri bırakırken diğeri alıyor..Mekke Hilton’un üst katları panoramik,oyunun son perdesi en iyi oralardan seyredilyor. Bu notumuz şimdilik burada kalsın.. Beklediğim barışın tekâmülüydü, ırkçılığın hortlaması değil. Yaşam biçimlerine saygılı demokrasilerdi, yeni Gertrude Bell’ler değil. Oburluğun itibarsızlaştırılmasıydı, Gezegen’i kurutması değil. Nükleer silâhlanmadan artan bilimin iyiliğin hizmetine tahsisiydi, kimyasal silâhların mükemmelleştirilmesi değil. Merhametti, CIA’nın “geliştirilmiş sorgulama teknikleri” değil. Bilge siyasetçilerdi, bitirim başkanlar değil. Öyle olmadı. İyilik ve umut, 21. Yüzyılın hedefleri arasında yer almıyor..Kıyıya vuran balinalar için ayağa kalkanlar,Suriye’de ölen veya kıyıya vuran ya da zorunlu göç ettirilen bu küçük çocuklar için neden sessiz ?. Küresel (emperyalist ) güçler, kendi çıkarının peşinde, “gerçek”i tahrif ediyor, saptırıyor. Dillerine pelesenk olan sözüm ona “insan hakları”.
1500’lerin başlarında kapitalist ülkelerin yeni yeni yeşerdiği, okyanusların haritalandırıldığı, kölelerin tedarik edildiği bu yıllarda,emperyalist oyunun başrollarini İspanyollar,portekizliler ve Hollandalılar paylaşırlar. 1521 ‘de İspnayollar Aztek ve 1532 ‘de İnka imparatorluğunu dolayısıyla bu medineyetleri yok ettiler. İngilizler daha geç ama bir girer, pir girerler. Bugün neredeyse tüm insanlar aynı jeopolitik sistemin (tüm dünys diğer uluslar tarafından tanınan ülkelere bölünmüştür ),aynı ekonomik sistemin (kapitalist piyasa ekonomisi dünyanın en uzak köşellerini bile şekillendiriyor),aynı hukuki sistemin (insan hakları ve evrensel yasalar her yerde en azından teoride geçerli) ve aynı bilimsel sistemin parçası.Görün ki, günümüzde dünya hasılasının yüzde 46’sını tüketen bir avuç insanın inciyi,elması,altını,petrolü ya da her neyse bulmak için kanırtmayacakları nizam,altüst etmeyecekleri toprak,katletmeyecekleri topluluk yoktur.Yeter ki kendi refahları bozulmasın hatta artsın. Dünya onların istiridyesi,içinde ki “inci “almak için her yol mubah. Yeter ki refahlarına bir helal gelmesin.
Dünya genelinde hemen hemen her ülke göçten etkilenmektedir. Göç nedeniyle küresel ölçekte toplu nüfus hareketlerine tanıklık etmekteyiz. Öyle ki, küresel ölçekte, son elli yılda 175 milyondan fazla insanın kitlesel olarak göç ettiği bilinmektedir. Birleşmiş Milletler ’in 2013 verilerine göre yaklaşık %48’i kadın ve %74’ü 20-64 yaş arası bireylerden oluşmak üzere, dünya üzerinde 232 milyon kişi -yani dünya nüfusunun %3,2’si- uluslararası göçmenlerden oluşmaktadır (www.goc.gov.tr).
Bir toplumsal olgu olarak göç çeşitli biçimleriyle insanlık tarihi kadar eskidir ve insanla beraber gelecekte de varlığını sürdürecektir. Çeşitli doğal, ekonomik, sosyal veya siyasal faktörlerin kaçınılmaz sonucu olan göç, etkileri minimize edilmesi gereken toplumsal ve küresel bir sorundur. Kimi durumlarda daha iyi yaşam koşullarına kavuşma arzusundan beslenen göç, ne var ki çoğu zaman, savaşlar, doğal afetler, açlık, kıtlık, ayrımcılık gibi irade dışı zorunlu ve dramatik nedenlere dayanmaktadır. Göçmen bireyler üzerindeki olumsuz etkilerinin yanında, tetiklediği toplumsal sorunlar dikkate alındığında, göçün, özellikle zorunlu göçün sosyal boyutunun da bireysel boyutu kadar travmatik olduğu görülür. Nedeni, yönü ne/nereye olursa olsun gönülsüz yapılın bütün göçler, göçmenler açısından, kişisel tarihten, yaşam öyküsünden, doğup büyüdüğü kültür ve topraktan, hatıralar ve umutlardan kopuşu ifade eder. Yurtsuzluğu, kimliksizliği, uyruksuzluğu, aidiyetsizliği, mağduriyet ve mazlumiyeti ifade eder. Göç ettiği yerde yalnızlığı, yabancılığı, katılımsızlığı, yokluk ve sefaleti, dışlanma ve öteki oluşu ifade eder. Bu nedenle göçmenlik hem psikolojik hem de toplumsal açıdan travmatik durumlar içerir.
Dünyanın her yerinde dil, kültür, inanç, yaşam tarzı, coğrafi ve mekânsal alışkanlık vb. nedenlerle, göçmenlerin, göç ettikleri topluma uyum sağlaması uzun bir zaman, büyük bir emek ve yüklü maliyetler gerektirmektedir. Kitlesel ve zorunlu göçün, özellikle de bunun uluslararası biçiminin yarattığı mülteci akını, hem göç etmek zorunda kalan topluluk hem de göç edilen ülke ve toplum açısından uzun süreli travmatik sonuçları olmaktadır.
Söz konsun travma, göç edenler açısından kimlik, aidiyet, sosyal ve siyasal katılımda sınırlılık, uyum sorunları, suçu itilme, yoksulluk ve yoksunluk, geleceğe ilişkin umutsuzluk, işsizlik, sosyal dışlanma, geride bırakılanlara karşı özlem, kendilerini göçe zorlayanlara karşı nefret, hukuki sorunlar vb. birçok alanı kapsayabilmektedir. Ülkesinden, tarihinden, kültüründen zorla koparılarak yerlerinden edilen kişiler, gittikleri yerde uyruk ve hatta zamanla din değiştirerek yeni bir kimlik kazanmak durumunda kalabiliyorlar. Yaşadıkları sorunlar bazılarını marjinalliğe, protest ve karşıt duruşlara sevk edebilmektedir. Aşılması bireyi hatta tek tek ülkeyi aşan bu sorunlar yumağı, göçmenlerin gittikleri yerde kendileri ve çocukları için yeni bir gelecek inşa etmelerini olukça zorlaştırmaktadır. Travmanın, göçü kabul eden ülke ve toplum açısından sonuçlarına bakıldığında güvenlik, ani ve plansız nüfus artışı, düzensiz yapılaşma ve gecekondulaşma, temel kamu hizmetlerini başkalarıyla paylaşama ve buna bağlı olarak bu hizmetlerden daha az yararlanma; eğitim, istihdam, sosyal entegrasyon, sağlık, hukuki statü, altyapı hizmetleri gibi hususlar öne çıkmaktadır.
Farklı şekillerde kategorize etmek mümkün olmakla birlikte, göçleri, hareketliliğin sınırları açısından iç göç-dış göç; hareketliliğe karar veren irade açısından da gönüllü-zorunlu göç çeklinde ele almak mümkündür. Konumuz açısından bakıldığında Türkiye’de belirtilen göç türlerinin hepsinden bahsetmek mümkündür. Ülkemizde özellikle 2000’li yıllardan beri sürgün, baskı, yerinden edilme ve benzeri irade dışı nedenlerle iç göç görülmemekle birlikte; işsizlik, yoksulluk, terör, güvenlik, doğal afetler gibi itici/zorlayıcı nedenlere dayalı zaman zaman iç göç yaşanmaktadır. Uluslararası boyutta ise 1. Körfez Savaşından beri özellikle Irak’ta ve Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle kitlesel ve zorunlu dış göç akınına maruz kaldığımız görülmektedir.
Zengin tarihsel-toplumsal birikime ve nispeten gelişen bir ekonomi ve demokrasiye sahip olan ülkemiz, aynı zamanda sıklıkla istikrarsızlıkların yaşandığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların kavşağında bulunmaktadır. Stratejik önemi ve coğrafi konumu tarih boyunca Türkiye’yi düzenli veya düzensiz, zorunlu veya gönüllü göç akınları için ya bir geçiş noktası ya da bir varış noktası haline getirmiştir. Bu durum, yani göç, Türkiye’nin ekonomik, sosyokültürel ve demografik yapısını, kamu düzeni ve güvenliğini derinden etkilemesine rağmen, ülkemiz, bölgesel ve küresel politikalarda barışçıl ve insancıl yaklaşımlar sergilemekten geri kalmamıştır.
İçişleri Bakanlığı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün verilerine göre, devletimiz ve milletimizin her zaman mazlumlara kucak açmasının doğal bir sonucu olarak, geçmişten günümüze kadar ülkemize doğru yaşanan kitlesel ve zorunlu göç akınlarından bazıları şunlardır:
- 1492 yılında on binlerce Yahudi’nin İspanya’dan gemilerle kurtarılarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarına getirilmesi,
- 1709 yılında İsveç Kralı Şarl’ın yaklaşık 2000 kişilik bir grupla birlikte Osmanlı İmparatorluğuna sığınması, 1848 Macar Özgürlük savaşını kaybeden Prens Lajos Kossuth ve yaklaşık 3000 Macar’ın 1849’da Osmanlı İmparatorluğu’na gelmeleri, 1856-1864 yılları arasında, Rus Ordusundan kaçan yaklaşık 1.500.000 Kafkas nüfusun Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kabul edilmesi, 1917 Bolşevik İhtilali’nin ardından Vargel’in yaklaşık 135 bin kişiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğundan koruma talep etmesi, 1922-1938 yılları arasında Yunanistan’dan 384.000; 1923-1945 yılları arasında Balkanlar’dan 800.000 kişinin, 1988 yılında Irak’tan 51.542; 1991 yılında I. Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’tan 467.489 kişinin, 1989 yılında Bulgaristan’dan 345.000; 1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20.000 kişinin,
- 1999 yılında Kosova’da meydana gelen olaylar sonrasında 17.746; 2001 yılında Makedonya’dan 10.500 kişinin, Nisan 2011- Ekim 2017 arasında Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle yaklaşık 3.500.000’i kişinin ülkeye kabul edilmesi. Ülkemize yönelik yaşanan ve yukarıda belirtilen uluslararası kitlesel göçlerin yanında; Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde yaklaşık 40 yıldan beri devam eden bölücü terörden ve söz konusu terörle mücadelede kimi zaman isabetli olmayan uygulamalar sonucunda zaman zaman zorunlu göçlerin ülke içine veya ülke dışına bir akış oluşturduğu da bilinmektedir. Göçten kaynaklanan sorunlar, yalnız bireyleri ve aileleri değil kamu hizmetlerini de etkilemektedir. Göçmenlere insani yaşam koşullarının sunulmasının ülkeye ve topluma olası ekonomik ve sosyal maliyeti ülkelerin göç politikalarını etkileyen önemli parametrelerden biridir. Bu nedenle başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyada birçok ülke göçmen politikalarını gözden geçirmekte ve ülkelerine göç akınını (özellikte vasıfsız göçmenleri) önlemek için ciddi tedbirler almaktadırlar. Tarih boyunca mazlumlardan şefkat ve merhametini esirgemeyen insancıl bir kültürün taşıyıcısı olarak ülkemiz ve milletimiz, yaşamakta olduğu birçok güvenlik ve ekonomik soruna rağmen zorunlu göçe maruz kalan mültecilere karşı insani yaklaşımını sürdürmeye devam etmektedir..
- eski pratiklerini yeniden yapılandırılması ve/veya yeni söylemlerin kurtarıcı olarak ortaya çıkması biçiminde güç/ideoloji temelli yönetim anlayışlarının ortaya koyduğu
sorunsal. - yayılmacı yapısıyla birlikte ulusal ekonomiler, sosyo-kültürel ve siyasal yapılanmalar üzerindeki hegomonik baskılarıın giderek artma eğilimi.
- İhraç etmeye çalıştıkları ideolojinin yüceltici ve meşrulaştırıcı bir dile sahip olduğuna olan inançları..
Özetle :
i- ABD merkezli Pew araştırma şirketine göre, 2011 yılından beri devam eden kriz nedeniyle 13 milyon Suriyeli evlerini terk etti. Suriyelilerin çoğu Ortadoğu’da kalmayı tercih etti, yaklaşık 1 milyonu da Avrupa’ya gitti. En çok Suriyeli alan ülke Türkiye oldu. Araştırmaya göre, son yıllarda en çok göç veren halk Suriyeliler oldu. 6 milyon Suriyeli ülke içinde yer değiştirdi, bu sayı toplam göç oranının 49’unu oluşturdu.
Göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin yüzde 49’u (5 milyondan fazlası) ise Ortadoğu’daki komşu ülkelere gitti. En çok Suriyeliyi alan ülke ise Türkiye oldu. Suriyelilerin 3.4 milyonu Türkiye’ye, 1 milyonu Lübnan’a, 660 bini Ürdün’e, 250 bin’i Irak’a göç etti. https://goo.gl/MoqDYG
ii-Afrika’nın Avrupa’ya göçün kaçınılmazlığını görmek isteyenler Haritada “nüfus”, “doğum” ve “zenginlik” düğmelerine basın…. Tabii ki görmek isteyenler için:
http://metrocosm.com/how-we-share-the-world/?ref=tw
Gelişmiş ülkelerin sürdürülebilir refahı için 65 milyon kişi evini terke zorlanmış… ajtr.me/sm8v
Ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar neden bu riskleri göze alıp, Avrupa için şanslarını denemiyor?Bu sorunun cevabı Türk-Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, TAU Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın geçen hafta Perspektif sitesinde yayınlanan “Türkiye’deki Suriyeliler: 9 Yılın Kısa Muhasebesi” başlıklı çok önemli makalesindeki istatistiklerde saklı. https://bit.ly/2wwcGZs
Son Söz:Neoliberalizm, sıradan bir politika tercihi değildir. Sermayenin, özellikle finans kapitalin halk sınıfları üzerindeki tahakkümüne yol açmakla kalmamış; bu politikanın sahneye konduğu ülkelerde, vurguncu, yağmacı, parazit bir katmanın yönettiği ilkel bir kapitalizme dönüştürmüştür.
Küresel Oyun kurucuların, Mazlum Ülkeler Manipülasyonu!…
5,0
12.11.2012 19:04:08
A+ A-
Küresel Oyun kurucuların, Mazlum Ülkeler Manipülasyonu!… Suriye; Pandora’nın kutusunu açıtı deniyor. Pandora’nın kutusu açıldı deyimini birçoğumuz mutlaka duymuşuzdur!.. Pandora nedir, pandoranın kutusu neyi anlatır? Mitolojide tüm kötülüklerin ortaya çıkma noktasıdır. Yunan tanrıları içersinde insana en yakın olan Prometheus insanlara bir çok hediye vermesi nedeniyle diğer Tanrıların gazabına uğramış bir Tanrıdır. İnsanoğluna kızan Zeus; onlardan ateşi geri alınca , Prometheus tanrıların tanrısına karşı gelerek tanrısal ateşi, insanlara ulaştırmak için Olympos dağına çıkar. Buna kızan Zeus hem Prometheus’a hem de insanlara bir oyun oynar. İnsanları sadece erkek olarak yaratmış olan tanrıların tanrısı Zeus, tüm güzellikleri bir araya toplayarak ilk kadını yaratır. Ona güzellik ve hediyeler verir. Ve “herkesin armağanı” anlamında ismini pandora koyar. Prometheus Zeus’un yapacaklarını tahmin ederek kardeşi Epimetheus’a tanrıların tanrısından gelecek armağanları almamasını söyler. Prometheus’un tüm uyarılarına rağmen; Pandora, kral Epimetheus’u güzelliği ile, kendine hemen hayran bırakır. Pandora ,sarayda yaşadığı günler boyunca kendisine Zeus tarafından verilen ve kesinlikle açılmaması emredilen sandık onun ilgisini hep çeker. Pandora tüm emirleri unutarak, sandığı açtığında yaptığı hatanın ne kadar büyük olduğunu geç de olsa fark eder. İnsanlığa zarar verecek olan bu kutuda ki hastalık, acılar, kederler vs. tüm kötülüklerin tamamı çıkar ve insanlığın başına bela olur. Pandora son anda sandığın kapağını kapatmayı başarır ve sadece insanlığın elinde tek güzel şey olan “umut” kalır. Bu sebeple insanlar; o günden sonra, kötülükten, umut ederek kurtulmaya çabalarlar.. Bu güzel hikaye, kötülüklerin ve umudun dünyaya yayılışını hicveder. Anlatır anlatmasına da !.. Gerçekte… Pandora’nın kutusu yoktur. Testi’si vardır. Kitaplar böyle yazıyor!.. Bildiğin, topraktan testi. Rönesans bilgini Erasmus, gelecek kuşaklar da okusun öğrensin diye, Pandora mitolojisini kitaplaştırırken, tercüme hatası yaptığını yazar kitaplar!…, Yunanca pithos kelimesiyle pyxis kelimesini karıştırıp, testi’yi kutu haline getirmiş. Tarihe böyle geçmiş. Ve, tarih hep böyle ; “kaş yapayım derken göz çıkaran “hatalarla dolmuş.” Eroin , morfin ,Atom bombası… En acısı atom bombası!.. Rutherford;1919 yılında, simyacıların ünlü düşünü gerçeğe dönüştürmek için işe koyulmuş!.. Havada molekül yüzdesi olarak en bol olan azotu alfa ışınlarıyla bombardıman ederek onun oksijene dönüştüğünü görmüş. Simyacıların, “her şeyi altına çevirecek filozof taşı”nı aramış ama, bulamamış; Ama, artık bir element, başka bir elemente dönüşebiliyormuş. İnsanoğlunun eli artık atom çekirdeğine gidiyormuş. Sonra, Hiroşoma’da, Nagazaki’de ki trajediler!’.. Tıpkı günümüzdeki tüm Mazlum ülkelerin acıları gibi… Dünyanın bugün karşılaştığı sorunların çoğu, geçmişin çözümlerinden kaynaklanmakta. Hep bir hata’yı bir başka hata’yla düzeltmeye çalışılmış. Acı ve kederlere maruz kalan insanoğlunun, bu acı ve kederlerini, suçsuz ve masum insanlardan kin ve nefret tohumları ile intikam alarak dindirebileceğini zannetmesi gibi. Pandora’nın testisinin kırılması gibi!.. Malesef ; pandora’nın testisi kırıldı. Ama ne zaman!… Karikatürler çizildiği zaman!.. Çizilen karikatürlere düşünce özgürlüğü diye sahip çıktığın zaman!.. Arap baharları ihraç edildiği zaman!.. İslam âlemini ayağa kaldıran, ve iğrendiğimiz!… İnsanları çileden çıkaran!… İnsanların kafasına müslümanların ne kadar kötü ve vahşi olduklarını nakşetmek için; müslümanların vahşet içinde, masum insanlara nasıl saldırdığı ile giriş yapan “Müslümanların Masumiyeti” filmini provokatif amaçlı çekip gösterime sokulduğu zaman!.. Müslüman fobili ırkçılığın son tuzağı… Sonra gelsin bahar ihraç ettiğiniz ülkelerde kaos!.. Ama biz sizi baharı yaşatmıştık, özgürleştirmiştik. “Nasıl oldu bu? ” diye soran şaşkınlığına acımamak, “etme bulma dünyası” dememek elde mi? Mazlum Milletler; Mazlum İnsanlar üzerindeki manipülasyonlar artık açığa çıktı!.. Artık, küresel oyun kurucuların, mazlum ülkelerde ki yalanları, oyunları, düzenbazlıkları her geçen gün açığa çıkıyor. Artık güneş balçıkla sıvanamıyor!.. Orhan ELMACI – 12 Kasım 2012 http://www.facebook.com/orhanelmaci
Küresel Oyun Kurucuların Dünya Halklarını Formatlama! (Afazi Hale Getirme) ve Algı Operasyonu /Psikolojik Manipülasyon
5,0
25.04.2015 15:19:41
A+ A-
Türkiye en üst düzeyde ilgili arşivleri açma tahhüdünde bulunmasına ve Genelkurmay ATASE arşivlerini açmasına rağmen küresel oyun kurucularının ruhani lideri “20’nci Yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı” bu kurgu ile kin ve nefret tohumları ekerek, yeni felaketlere yol açmasına çanak tutan ve domino etkisi yaratacak olan çok tehlikeli bir oyunun parçası olamakta bir beis görmüyor..Bu bir böl, parçala yut oyunu.“ 1915 ‘de Türklere yapılan zulümler ve katliamların müsebbibi kim? Balkanlarda, kafkasyada,Hocalı’da,Karabağ’da, Doğu Türkistan’da Türklere yapılan katliamların müsebbibi kim ?…Türkiye’yi karıştırmak için nakış nakış dokunan tarihsel bir süreç ….Her şey göründüğünden daha karmaşık ve planlı…Göründüğünden çok tehlikeli .
“Tarih tekerrürden ibarettir” demişler de, büyük şair Mehmet Akif’ de
“Tarihten ders alınsaydı, tekerrür eder miydi hiç?”
deyip işin aslını ortaya koymuş….
Hukuki sonuçları yanında, kültürel olarak da
bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlayan
Soykırımların ağır suçluluğunu taşıyan,
Küresel oyun kurucular özgün suçlarını
yayıp paylaşacak tarihi ortaklar arıyorlar…
Küresel oyun kurucu kimdir ve nasıl oyun kurucudur? diyenlere yanıt…
İngiliz/ABD/Fransız/Alman. ve diğerleri.…(Son Hakikat” dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüd olan “Yüce Pir” başta olmak üzere ;vasıl, salik, mürid ve talipler den oluşuyor.).Bu oyun kurucular geçmişte Türklere Karşı oynadıkları oyunlardan bazıları nelerdir derseniz…Bunlar saymakla bitmez…Kitaplarda yazanların bazılarını özetliyelim…Birlikte okuyalım:
· ♦Yahudiler ve diğer Avrupa güçleriyle birlikte Osmanlı’nın durdurulmasında aktif rol üstlenmeleri
· ♦ 200 yıllık küresel güç olmanın(hegemonyalarının)temellinde ”Şark Meselesi ”olarak adlandırılan uzun vadeli stratejileri …
Bu stratejinin iki kritik noktası:
– Osmanlı’nın Avrupa’dan uzaklaştırılması
– Müslüman toplumun islâm’ dan uzaklaştırılması…
· ♦Küresel sisteme itaraz etmiyecek,dini,bireysel inanç meselesine indirgeyen,mutasyona uğratılmış hormonlu kitleler oluşturmak… İslamın protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi,içinin boşaltılması…
· ♦İslam dünyasını tam ortadan ikiye ayırmak…Yapay sunni-şii çatışması …ve lokal çatışmaların, etnik kimlikler m ön plana çıkartarak,Müslüman toplumların,siyasi,sosyal,kültürel ve ekonomik kaosun eşiğine sürüklemek…Ortadoğu’da alevlenen mezhep kavgası.. Ermeni meselesi de bunun bir uzantısı…
Kapitalizm İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir küreselleşme aşamasından geçmekte. Amerikan ekonomisinin hegemonik gücü altındaki bu yeni küreselleşme bir yandan teknolojide yepyeni atılımlar gerçekleştirirken diğer yandan da ülkelerin siyasi, kültürel ve sosyal ilişkilerinde yepyeni dönüşümler gerçekleştirmekte“İdeolojilerin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” “alt kimlik – üst kimlik” gibi kavramlar, iktisat dünyasının teknik terimlerinin yanında yer almaya başlaması.
20. yüzyılın son küreselleşme dalgası ile birlikte sertleşen rekabet koşulları çokuluslu şirketleri artık daha ucuza işçi çalıştırabileceği yeni üretim merkezleri aramaya itmiş olması belki de en kritik nokta.Böylece Dünyanın fabrikaları giderek dünyanın ucuz emek cennetlerine, Çin’e, Hindistan’a ve Latin Amerika ülkelerine kayması…. Bu süreçte 19. yüzyılın İngiltere odaklı kapitalizminin ayırt edici unsuru olan sanayi işçisi, yerini artık taşeronlaştırılmış, marjinalleşmiş ve çoğunlukla da çocuk işçiliğine dayalı “enformel/ esnek” üretim biçimlerine bırakması. Böylece Batılı sanayileşmiş ülkelerde işsizlik giderek daha büyük bir toplumsal sorun haline dönüşmüş, azgelişmiş ülkelerde asgari geçimlik düzeyinde çalıştırılan ve her an işini kaybetme korkusu yaşayan milyonlarca yeni iş merkezleri yaratılması…Bu dönemeçte artık yeni söylevler geliştirmek gerekti… Amaç her anlamda Dünya tarihini,insanlık tarihini kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme,kendi yaptıkları insanlık suçlarını unutturma ve dünya halklarını afazileştirme….kendi kanlı ellerini başkalarının üzerinde temizlemek için bu afazilleştirme stratejisi uyguluyor….. Küresel oyun kurucullar bilgiyi, düşünceyi hatta inançları dogmalaştırarak beyinlerde egemenlik kurmak istiyor…Ekonomi alanında neoliberal olarak nitelendirilen politika emperyalizmin oluşturduğu dogma. Beyinler çizilen çerçeve içinde düşünüyor, önerileri, savları önsel, apriori olarak doğru kabul ederek olayları yorumluyor, beklentilere ona göre yön veriyor. Dogmatizm, dogmacılık kuşkuyu, eleştiriyi irdelemeyi ortadan kaldırıyor, bağnazlık, düşünce körlüğü yaratmak istiyor…”Amaca Ulaşmak İçin Her Yol Mübah” olan Pragmatist / Makyavelist / Oportünist Düşünce Sistemini yaygınlaştırarak tüm Dünya Halklarını afazileştirmek kendi hegomanyası altına almak istiyor…Ve başarıyor da…. Artık birileri mağdur rolü oynuyor…Ötekilerde cani olarak ötekeleştiriyor….İşin garibi bu tarihsel olayları da kendilerinin kurguladığını. Bu işin asıl sorumluları kendilerinin olduğunu hiç gündeme getirmeden…Osmanlı Balkanlarda can veriyor, kan veriyor, Osmanlı Sarıkamış’ta can veriyor. Osmanlı toprak kaybediyor ve bu sırada Osmanlı’nın sadık teba diye bağrına bastığı Ermeni vatandaşlar Ruslarla bir olup Türk’ü Osmanlıyı sırtından vuruyor. İşte Osmanlı, o zaman sen vatanın o yöresinde muzurluk ediyorsun, seni vatanın başka bir yöresine göç ettiriyorum. Tehcir bu demek ve açın Osmanlı arşivlerini açtığımız zaman her kafileye doktor verilsin, her hamile kadına süt verilsin döndükleri zaman borçları ertelenmiş olsun. Eğer Osmanlı bir soykırım yapmaya niyetlenseydi ne sütüyle, ne doktoruyla ne de borcuyla ilgilenmezdi.”Ruslara diyorlar ki ‘Türklere takviye gelmedi çekilmeyin’ Bu bile başlı başına bu ihanet … Van faciası Van yakılmış, yüzlerce binlerce insanımız gerçekten hunharca öldürülmüş. Sadece Van değil Erzurum, Erzincan her yerde maalesef o acıları okumak mümkün. Esas yok edilmeye çalışanlar öz yurtlarında Türkler….,.Ermenilerin ilk Başbakanı Kaçaznuni diyor ki; ‘Biz ihanet ettik. Osmanlı tehcirde haklıydı. Çünkü biz ihanet ettik.Bir Ermeni devlet adamı ve tarihçisi olan Karinyan, Ermeni milliyetçiliğinin tarihini “emperyalizm ile işbirliği tarihi” diye özetliyor(A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, çeviren: Arif Acaloğlu)..İşin garip tarafı Almanlarında bu oyunda yer alma istekleri. Savaş filmlerinde görürsünüz… Almanya’da Nazilerden kaçmaya çalışan Yahudiler çoğunlukla Alman halkının ihbarları ile ele geçirilir. Toplama kamplarına gönderilir. Alman halkının en az yarısı Yahudi avına katılmıştır. Savaş sürecinde 6 milyon Yahudi öldürülür. Ama savaş sonunda Nürnberg’de sadece 19 sanık cezaya çarptırılır (12 idam, 3 müebbet, dört 10 – 20 yıl hapis).Hesap görülmüştür. Defter kapatılır!.Yahudi avcısı Almanların pek çoğu hayattadır.Ancak kitaplarda, filmlerde, törenlerde Alman halkı suçlanmaz, “Nazi”ler suçlanır.Türk halkı ise tehciri desteklememiş, on binlerce Ermeni’yi tehcirden kurtarmış, saklamış, kaçırmıştır.Üstelik bugünkü neslin dünkü trajediyle hiç ilgisi yoktur.Ancak bugün hedefte olan ve suçu kabule zorlanan “Türk halkı”dır.İkiyüzlülük nasıl da sırıtıyor.Tehcirin arkasında Enver ve Tâlât Paşaları da görüyoruz ama Enver’in arkasında duran Hans Humann ve Hans Freiherr von Wangenheim gibi Alman diplomatlar var…Fritz Fischer adlı bir tarihçi Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının baş sorumlusunun Almanya olduğunu yazmış… Burada ekonomik çıkarlar önemli … O zamanlar Osmanlı topraklarında bunları organize eden politikacı ve askerlerin arkasında Deutsche Bank, Krupp, Erhardt ya da Bağdat Hattı’nda çalışan Holzmann gibi belli şirketler var. Hatta bir inşaat şirketi olan Holzmann o dönemde Ermeni ve Rumları zorla çalıştırıyor. Yani daha sonra İkinci Dünya Savaşı’ndaki uygulama önce orada deneniyor…. Belki tehciri örgütleyenler bu boyutta bir soykırım düşünmediler ama savaş koşullarıyla birlikte herşey kontrolden çıkıyor. O zaman da bu savaşı kimin çıkardığı sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü savaş soykırımın başlamasını tetikleyen bir olay. Osmanlı’yı savaşa kim soktu, bu suçu kim işledi? O suç şimdilik pek tartışılmıyor. Fakat mesela Türkiye’deki darbeler silsilesinin açılışı olan Bab-ı Ali Baskını’nın örgütlenmesinde Alman Askeri Ataşesi Walter von Strempel’in belirleyici bir rolü, suç ortaklığı var. Zaten Ermeni Soykırımı’na karşı çıkan Osmanlı milletvekilleri İsviçre’de Ermeni siyasetçilerle buluştuğunda onları izleyen casuslar da Alman.Artık alt yapı hazır…“Yeni Dünya Düzeni Tarikatının” Kendi Yaptıklarının Yanında“Habbeyi Kubbe” yapma çabaları…. Kendi Dünya Görüşlerini Gezegenin Bütününe Yayma Çabaları ….Güneydoğu birilerine peşkeş çekmek için bir oyun…
Türkler imparatorluk kültürü,kavimleri bir arada tutma yeteneği ve uygarlık birikiminleri ile emperyalizme hep karşı durmuşlardır.…
Bundan neredeyse bir asır önce
Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk,.
Ermeni olaylarıyla ilgili açıklamaları..
Birlikte okuyalım…:
Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Anlaşması’yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.
Mustafa Kemal Atatürk11.3.1922, TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşması)…
Ve bakalım bundan tam 31 yıl önce bu konuda Uğur Mumcu neler yazmış… Gizli Belgelerle…
Şu olaylara bakın: ABD Dış İlişkiler Komisyonu, Türkiye’ye yapılacak askeri yardımı Kıbrıs konusunda verilecek bir ödüne bağlıyor. Bu yapılırken, ABD Kongresi’nde 24 Nisan tarihinin “Soykırım Günü” olarak ilanı için önergeler veriliyor. Fransa’da ise soykırım savlarının ders kitaplarına konması için hazırlıklar yapılıyor. Aynı günlerde, Ermeni terör örgütleri eylemlerini sürdürüyor. Bütün bunlardan sonra ABD yönetimi uluslararası terörden söz edebiliyor.
24 Nisan tarihi soykırım günü olarak ilan edilecekmiş. Sanki ABD’nin Vietnam’daki, Fransa’da, Cezayir’deki insanlık suçlarını unutturdular. Sanki ABD yönetimi, Şili’de halkoyu ile seçilmiş Devlet Başkanı Allende’nin CIA darbesi ile devrilmesinin hiç anımsanmayacağını sanıyor. Sanki ABD’nin Grenada’ya, daha düne kadar yakın bir zamanda Fransa’nın Çad’a asker göndermelerinin hiç ama hiç akla gelmeyeceği düşünülüyor.
Ermeni olayını, bugün için uluslararası terörün bir parçası olarak görüyor ve bunun için bütün devletleri ortak bir savaşa çağırıyoruz. Yok, eğer Ermeni sorununun dünü, önceki günü karıştırılırsa, Amerikalı dostlarımız bundan hiç hoşnut kalmazlar.İsterseniz, bu konuda birkaç tarihsel belgenin satır başlarını aralayalım:
İngiliz Kraliyet Matbaası tarafından basılan Birinci Dünya Savaşı ile ilgili gizli belgeler, Erol Ulubelen tarafından Türkçeye çevrilmiş, önce Doğan Avcıoğlu’nun yönetimindeki Yön dergisinde yayınlanmış, daha sonra kitap olarak basılmıştır. İkinci basımı Çağdaş Yayınları tarafından yapılan “İngiliz Belgeleriyle Türkiye” kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Amerikalılarca nasıl desteklenip kışkırtıldıklarını gösteren belgelere yer verilmiştir. Okuyalım:
Gizli Belge: Sayfa 735, belge 492. Amiral Webb’den Lord Curzon’a yazılan 19 Ağustos 1919 tarihli yazı:
– Amerika, Trabzon ve Erzurum’u içine alan bir Ermenistan’ı himaye edecek. Geri kalan dört ili de Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor…
Gizli Belge: Sayfa No:60, Belge No: 46. 5 Nisan 1920 günü Mr. Lindsay’in Washington’dan Lord Curzon’a yazdığı yazı:
– Amerikan Senatosu Ermenistan’ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler. İlk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak, daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerika kuvvetlerinin basına General Zames G. Harbord getirilecek. Ayrıca bütün Türkiye’nin mandası için de görüşmeler yapılmaktadır…
Gizli Belge: Sayfa No:71, Belge No: 63. 16 Mayıs 1920 günü Sir A. Geddes’in Lord Curzon’a yazdığı yazı:
– Amerikan hükümeti, Ermenistan’ın Adana’da dâhil korunmasını istiyor. Silah, cephane, demiryolu ve her türlü malzemeyi buraya sevk edecekler. Boşaltım, Karadeniz limanlarında Amerikan bahriyesi tarafından ve Amerikan donanmasının himayesinde yapılacak. Türklerin yapacağı en ufak bir hareket Amerikalilar tarafından bastırılacaktır…
Gizli Belge: Sayfa No: 300, Belge No: 38. 28 Şubat 1920 Londra Konferansı tutanaklarından bir parça:
– Mustafa Kemal kendisini Erzurum Valisi ilan etmiş. Erzurum’da yeni kurulacak Ermeni devletinin katılacağı bir sırada bu çok anlamlı bir harekettir. Bu adam olmasaydı Ermenilerin bir şansı olurdu…
Gizli Belge: Sayfa No: 81, Belge No: 10, tarih 16 Şubat 1920. Londra Konferansı tutanaklarından bir başka parça:
– Ermenistan’a 6 ilden başka Trabzon ve Adana da verilmelidir. Amerika Ermenistan’a yardım edecektir ve mandası altına almayı da kabul ediyor. Fransa ise Adana’yı kendisi için istiyor.
Gizli Belge: Sayfa No: 99, Belge No: 12, Londra Konferansı tutanağından bir başka ilginç parça:
– Lord Curzon, Erzincan’ın da Ermenistan’a verilmesini, Karadeniz’de bir Lazistan kurulup, Ermenilerin mandasına vermek istiyor…
Bu belgeler, bugün ABD Kongresi’nde 24 Nisan tarihini “Soykırım Günü” ilan etmek isteyenlerin amaçlarını olduğu kadar, ABD’nin Lozan Barış Antlaşması’na niçin imza koymadığını da anlatmaya yetmektedir.
Atatürk, Ermeni sorununun “dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre çözülmek istediğini” söylememiş miydi? ( Söylev ve Demeçler , C: I, S: 233). Olay, dün olduğu gibi bugün de böyledir.
Biz bugün bunca saldırıdan sonra , bu gizli belgeleri , örneğin devletin televizyonunda tek tek halkımıza gösterebiliyor muyuz? Gösteremiyorsak, Ermeni sorununun çokuluslu yanını ve uluslararası terör ile ilgisini, diplomatik forumlarda nasıl anlatabiliyoruz?
24 Nisan tarihini soykırım günü ilan edip, Ermeni terör örgütlerine destek olan Amerikan Kongre üyeleri, 1920’lerde topraklarımız üzerinde Ermeni devleti kurmak isteyen Amerikalılar’ın torunlarıdır. Bizler de bunlara karşı Kuvay-i Milliyecilerin torunları olduğumuzu hatırlatmak zorundayız.
“Milliyetçilik” budur. Neredesiniz efendiler, beyler, beyzadeler, hanımefendiler?.. Budur, budur, budur işte!..”
Saygılarımla.
Sağlıcakla kalın!
Günleriniz hep aydınlık olsun!
Yüreğinizde sevgi daim olsun!
Yüreği “Berkehan” kadar temiz olanların!
İlksöz: Küresel güçlerin bitmek bilmeyen refah düzeyini arttırma isteği… Refah düzeyinin sürdürebilirliğini bir dairesel permütasyon içinde arttırma diyalektiği…….
İnsanlar neden göç eder? (*)
Göçebeler daha iyi avlanabilecekleri, sulak, toprakları verimli, mevsimi ılıman yerlere göç edermiş. Günümüzde de insanlar sürekli yer değiştiriyor. Peki nedenleri ne?
Nasıl göç ettiğimiz çok soruluyor da, neden göç ettiğimiz pek merak edilmiyor.
İşin aslı, bazen göç edenlerin kendileri bile bu sorunun cevabını tam bilmiyor.
Bazen bir kalp sıkıntısı ve bulunduğun yere sığamama durumu, bazen daha iyi bir iş ya da daha iyi yaşam şartları, bazen eğitim, bazen aşk…
Ben, çocuklarımın eğitimi için Kanada’ya göç ettiğimi düşünüyordum ama buraya gelince anladım ki kendim için de göçmüşüm. Kendi ülkemde yeniden başlama cesaretim olmadığı için, uzaklarda, konfor alanımdan çıkarak yeniden başlamayı seçmişim.
Göçebeler daha iyi avlanabilecekleri, sulak, toprakları verimli, mevsimi ılıman yerlere göç edermiş. Günümüzde insanlar hâlâ sürekli yer değiştiriyor ama artık bunun nedeni pek de verimli toprak arayışı değil.
Yeni yıla girdiğimiz şu ilk günlerde hem kendimin, hem insanların göç etme nedenlerini düşündüm. Ortaya şöyle bir liste çıktı. Merak ediyorum sizin nedeniniz hangisi? Herkese iyi yıllar.
1) Zorunlu göç: Savaşlar, yıkılmış şehirler, zorunlu göçün en eski nedenlerinden biri. İnsanlar başlarına bombalar yağarken, ailelerini korumak için tehlikelerle dolu yolculuklara çıkıyorlar. Kimileri varmak istedikleri yere ulaşıyor, kimileri hiç ulaşamıyor. Ulaşanların sınırlarda suratına biber gazı sıkılıyor, yüzlerine kapılar kapanıyor. İçeri girenler yani nispeten şanslı olanlar iş bulamıyor, ev bulamıyor, çocukları okula gidemiyor. 2021’de mültecilerin yaşadıkları dram, hâlâ çok büyük bir insanlık ayıbı.
2) İnsan hakları: Bu da bir nevi zorunlu göç. Günümüzde bazı ülkelerde hâlâ “fikir suçu” diye bir şey var. Bazen insanlar sadece yazdıkları bir yazı ya da sosyal medyada beyan ettikleri bir fikir yüzünden hapise girmemek için kendi ülkelerinden kaçıyorlar. Sınırda tutuklanırlar korkusuyla da geri dönemiyorlar. Gidiş o gidiş…
3) Özgürlük: Yaşadıkları ülkede nefes alamayan, ana dillerini bile konuşmaya izin verilmeyen azınlıklar, siyasi fikirleri yüzünden suçlananlar, cinsel yönelimleri yüzünden taşlanarak ölümle tehdit edilenler… Gidiyorlar. İnanılmaz ama hâlâ sokakta sevgilisinin elini tutarak yürüyebilmek için, türlü zorluklara katlanıp, dünyanın öbür ucuna göçenler var.
4) Doğal felaketler: Depremler, seller, hortumlar, tsunamiler… İklim krizi başladığından beri dünyanın birçok ülkesinde olağan dışı doğa olayları görüyoruz. Evleri gemi gibi batan insanlar çareyi başka diyarlara göçmekte buluyor.
5) Yoksulluk ve işsizlik: İş yoksa iş olan yere gideriz. Fabrika işçileri için de, uluslararası şirketlerin yöneticileri için de bu böyle. Biri hiç kazanamadığı parayı kazanıyor, diğeri kazandığının katbekat fazlasını kazanıyor.
6) Yeni iş: Expat hayatı bana hep ilginç gelmiştir. Misal bir Dubai’de sıcak kumlar üzerindesin, bir Kanada’da -20’lerde… Değişik kültürler, insanlar, hayatlar, iş tecrübeleri… Bazı expatlar bulundukları yeri sevip, kalıcı iş bulup yerleşiyor, bazısı da maceraya devam ediyor. İş verenler genellikle, ülkesini terk ederek yeni bir yaşam kurmayı becerebilmiş bir insanın, her işi becerebileceğine inanıyor.
7) İyi yaşam şartları: Bazen sadece konu geçim derdi ya da daha çok para kazanmak da olmuyor. En basitinden daha temiz ve düzenli bir şehircilik anlayışı, daha az trafik, daha temiz hava, birbirine daha saygılı insanlardan oluşan bir toplumda yaşamak için bile ülkesini terk edenler oluyor.
8) Doğa: Misal bulunduğum ülke Kanada’ya insanların temel göç nedeni iş, eğitim ve özgürlük olsa da, sadece bunlar değil. Kanada, 396.9 milyon hektarla, dünyanın kuzey ormanlarının yüzde 30’una, tüm ormanların ise yüzde 10’una ev sahipliği yaparak, dünyanın en ağaçlık ülkesi unvanını elinde bulunduruyor. Aynı zamanda 100 kilometre kareyi kapsayan 563 nehirle, dünyanın en çok göle, nehire sahip olan ülkesi. Bu nehirler tek başına dünyanın su ihtiyacının yüzde 18’ini karşılıyor. Bunlar ne demek biliyor musunuz? Çok miktarda yeşil, çok miktarda su ve fazlasıyla şahane manzara… Doğayla bir olma, topraklanma ihtiyacı bazı insanlar için göç nedeni.
9) Macera: Sırt çantasını takıp yola çıkanların, bebekleriyle küçük bir tekneye atlayıp liman liman dünyaya gezenlerin büyük hayranıyım. Hayatta en büyük zenginlik seyahat edebilmek. Macera isteğiyle yola çıkanların bazıları rotalarını tamamlayıp eve dönüyor, bazıları da gönül verdikleri yerde kalıyorlar.
10) Eğitim: Bunun iki türü var. Ya gen&am
This Post Has 0 Comments