İlk Söz: Son birkaç on yıl içinde; Küresel ekonomiyi tanımlayan iki muhteşem, ancak kuramsallaştırılmamış fenomen.Birincisi, şirketlerin sahip olduğu muazzam güç,ikincisi, son derece dramatik olsa da bu kurumsal devlerin kitlesel mülkiyetinin eşitsiz, yükselişi.
“Şirketlerin ve siyasilerin insan beynini hacklemeyi öğrendiği bu dönemde küresel dünya kişisel tutum ve ahlakımız üzerine eşi benzeri görülmemiş bir baskı yaratıyor. Her birimiz her yeri kaplayan sayısız örümcek ağına yakalanmış durumdayız. Bu ağlar hareketlerimizi sınırlamakla birlikte en ufak bir kıpırdanışımızı bile çok uzak istikametlere iletiyor. Gündelik alışkanlıklarımız dünyanın öbür ucundakiinsanların ve hayvanların hayatını etkiliyor ve kimi kişisel tavırlar beklenmedik şekilde tüm dünyayı ayağı kaldırabiliyor.”
Geleneksel kapitalizmin yerini büyük teknoloji şirketleri ve merkez bankalarının yönettiği teknofeodalizmle değiştiren küresel dönüşümün kapağını kaldırıyor ve bu dönüşümün dünyamıza getirdiği tehditlerle mücadele etmek için ne yapabileceğimizi soruyor. Sosyal demokrasi, çevre, dünya barışı ve özgürlüklerimiz. Bu değişim ve dönüşüm neoliberalizm açısından bir kopuş değil, tam da neoliberalizm açısından pratikte hangi yönlerden işlevselleştirildiğine bakarak, özellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yapılan seçimlerle demokrasi ve eşit bölüşümün sağlanmasının mümkün olmadığını ya da başka bir deyişle bu ve nbenzeri ülkelerde iktidarı elinde tutan sermayenin ülke yönetimini demokrasi ve adil bölüşümüne izin vermeyeceğini öngörmek paradoksal bir analiz olmayacaktır.
Belki de salgından, bitmek bilmeyen mali krizlerden ya da TikTok’taki tüm o sevimli kedilerden ve sosyal medyada ki resim paylaşımlarından dolayı dikkatimiz çok dağıldığından.Kapitalizmin Tekno-Feodalizme ile ne zaman değiştirildiğini kimse fark etmedi. Ancak hepsinin perde arkasında yeni ve daha sömürücü bir sistem hakim oluyor: teknofeodalizm.
Dünyaca ünlü ekonomist Yanis Varoufakis, Homer’dan Mad Men’e kadar Yunan Efsanesi ve popüler kültürden hikayelerden yararlanarak, oyunun kurallarını değiştiren bu dönüşümü ve bunun, zamanımızı anlamanın anahtarını nasıl barındırdığını açıklıyor. Kapitalizmin temel direklerinin (kâr ve piyasalar) artık işe yaramadığını gösteriyor. Bunun yerine, her tıklama ve kaydırmayla, teknofeodal rejimin temelini oluşturan, büyük teknoloji ve merkez bankalarının yarattığı yeni bir sistemin, bulut sermayesinin hegemonik yapısını ve yansımalarını izliyoruz.
Bu değişimin büyüklüğünü kavradığımızda, çağımızın can alıcı bilmeceleri çözülüyor: yakalanması zor yeşil enerji devriminden ABD ile Çin arasındaki Yeni Soğuk Savaş’a ve Ukrayna’daki çatışmanın küreselleşmeyi nasıl tehdit ettiğine kadar. Kripto teknolojisinin neden yalan bir vaat olduğunu ve sosyal demokrasinin artık olanaksız olduğunu açıklıyor.
kapitalizmin teknolojik olarak geliştirilmiş bir feodalizm biçimi tarafından nasıl gasp edildiğini açıklarken aynı zamanda şu soruyu yanıtlıyor: Onun yerini nasıl ve ne alabilir ki, böylece özerkliğimizi ve hatta belki de özgürlüğümüzü yeniden kazanabiliriz.
Kapitalizmin ne zaman öldüğünü kimse fark etmedi. Belki de küresel finansın çöküşü ya da popülizmin yükselişi ya da gezegenin yok olması ya da Instagram’daki tüm o sevimli kediler yüzünden dikkatimiz dağılmıştı. Ancak yavaş yavaş, sessizce, daha da sömürücü yeni bir sistem ele geçirildi: “tekno -feodalizm”.
Yazar, kendisine yeni teknolojilerin insanlık tarihini şekillendirme gücünü ilk kez öğreten rahmetli babasına yazdığı mektupta, Büyük Teknoloji’nin hayatlarımızda nasıl görünmez ama köklü bir dönüşüme yol açtığını anlatıyor.
Yunan Efsanesi ve popüler kültürden, Mad Men’den Karl Marx’a kadar uzanan hikayelerden yararlanarak, kapitalizmin temel bileşenlerinin – kâr ve piyasaların – nasıl yer değiştirdiğini açıklıyor. Ve kişisel verileriniz ile ‘bulut sermayesinin’ dönüştürücü gücü arasındaki gizli bağlantıyı açığa çıkarıyor; bu da farkında olmadan hepimizin teknoloji devleri için her gün ücretsiz olarak çalıştığımız anlamına geliyor.
İnsan, Tekno-feodalizmin (Gözetleyen Kapitalizm) Nasıl Metası Oldu? Bu çerçevede, 21. yüzyıl kapitalizminin yerini Büyük Teknoloji tarafından denetlenen yeni bir ekonomik sistemin aldığını savunan tekno-feodalizm tezi son yıllarda teknoloji dünyasında tartışılıyor. Argümanın özünde, klasik kapitalizmin üretimi genişletemediği veya emek verimliliğini artıramadığı düşüncesi yatıyor. Bunu yapamayan kapitalizm, bunun yerine kâr etmeye devam edebilmek için dijital platformlar üzerinden yeni kapasiteler geliştirmeye odaklanıyor.
Tekno-feodalizm dünyayı ele geçiriyor
Varoufakis “Kapitalizmin ölümü sessiz olsa da yakında fırtına kopabilir” derken, reel ekonomi ile finans arasındaki bağın tamamen kopmasını, “tekno-feodalizm” dediği sistemin ayak sesleri olarak görüyor
Kapitalizm devrimin gürültüsüyle değil, bir hayal kırıklığının iniltisiyle yıkılıyor. Bir zamanlar insan ilişkilerini piyasa temeline oturtarak feodalizmi sinsice ezip geçen kapitalizm, bugün tekno-feodalizm adında yeni bir ekonomik düzenle alaşağı ediliyor. Bu tahmin, size kapitalizmin ölümünü erken ilan eden aceleci bir öngörü biri gibi görünebilir ancak bu kez doğru çıkması oldukça muhtemel. Aslında bir süredir bu yönde emareler var. Normalde birbirine zıt yönde hareket etmesi gereken tahvil ve hisse senedi fiyatları aynı anda ve ciddi biçimde yükseliyor; hatta düşseler bile beraber düşüyorlar.
Ne değişti?
Değişimin ayak sesleri geçen yıl 12 Ağustos’ta duyuldu: 2020 yılının ilk yedi ayında İngiltere’nin milli gelirinin en kötümser tahminleri bile aşarak yüzde 20 oranında gerilediği açıklandı. Birkaç dakika sonra Londra Borsası yüzde 2’den fazla değer kazandı. Böyle bir şey daha önce hiç olmamıştı. Finans ile reel ekonomi arasındaki bağ tamamen kopmuştu. Bu eşi görülmemiş olaylar gerçekten de artık kapitalist bir dünyada yaşamadığımız anlamına mı geliyor? Sonuçta kapitalizm bundan önce de esaslı dönüşümlerden geçti. Bu da bir sonraki aşama olamaz mı? Sanmıyorum. Şu an yaşadığımız şey daha derin ve tedirgin edici bir değişim söz konusu. 19. yüzyılın sonundan bu yana kapitalizmin en az iki büyük değişimden geçtiği doğru. Rekabetçilik görüntüsünden oligopole uzanan ilk büyük dönüşüm II. Sanayi Devrimi’yle ortaya çıkmış, birbiriyle ilintili şirket ağları ile onları finanse edecek mega bankalar birbirini mıknatıs gibi çekmişti. Tarihin itici gücü artık Adam Smith’in fırıncısı, bira üreticisi ve kasabı değil, Ford, Edison ve Krupp’tu. Bunu takip eden, şamatası bol dev borçlar ve dev gelirler döngüsü önce 1929’daki çöküşe ve New Deal programına, ardından ise II. Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods sistemine yol açtı. Bu sistem, finans konusundaki kısıtlarına rağmen nadir görülecek türden bir istikrar dönemi getirdi. 1971’de Bretton Woods sisteminin sona ermesiyle kapitalizmin ikinci dönüşümü başlamış oldu. Amerika artan ticaret açığıyla dünyanın bir numaralı talep sağlayıcısı oldu; Almanya, Japonya ve sonrasında Çin’in net ihracatı ABD’ye yönelirken, bu ülkelerin elde ettiği kârlar, aslında yine kendilerini finanse eden Wall Street’e düzenli bir şekilde aktı. Böylelikle ABD kapitalizmin en enerjik küreselleşme aşamasını desteklemiş oldu. Ne var ki Wall Street’tekiler başrole gelmek için New Deal ve Bretton Woods’tan kaynaklanan kısıtlamalardan kurtulmak istediler. Serbestleşme ile birlikte oligopolcü kapitalizm finansal kapitalizme dönüştü. Yeni başkarakterler Goldman Sachs, JP Morgan ve Lehman Brothers olacaktı. Bu radikal dönüşümler çok ciddi sonuçlar doğursa da kapitalizmin alametifarikasını değiştirmediler: Sistem hâlâ piyasalardan kazanılan özel kârlar ve rantlarla besleniyordu. Adam Smith’in ortaya koyduğu kapitalizmden oligopolcü kapitalizme geçişle birlikte kârlar aşırı arttı ve büyük holdingler, büyük rantlar elde etmek için devasa pazar güçlerini kullanma fırsatı buldu. Rekabetten kurtulmanın özgürlüğünü yaşıyorlardı. Wall Street piyasaya dayalı soygun yöntemleriyle toplumdan rant devşiriyordu. 2008’den sonra her şey değişti. G-7 ülkelerinin merkez bankaları 2009 Nisan’ında global finansı düze çıkarmak için para basmaya karar verdiğinden beri istikrar kayboldu.
Bugün küresel ekonomi kâr üzerinden değil merkez bankasının sürekli para basmasıyla ilerliyor. Bu süreçte değer yaratımı piyasalardan Facebook ve Amazon gibi dijital platformlara kaydı. Bunlar artık oligopolcü firmalar gibi değil, özel derebeylikler biçiminde faaliyet gösteriyor. İktisadi sistemin kârdan değil merkez bankalarının bütçesinden güç alması, 12 Ağustos 2020’de yaşananları açıklıyor. Acı haberi alan finansçılar şöyle düşünmüştü: “Harika! İngiltere Merkez Bankası paniğe kapılıp daha da fazla sterlin basacak, o sterlinler da bize gelecek. Hisse almanın tam zamanı!” Bütün Batı’da, merkez bankalarının bastığı paralar finansçılar tarafından şirketlere borç veriliyor, şirketler de bu borçlarla kendi hisselerini satın alıyor, hisselerin değeri ise kârlardan kopuk ilerliyor. Bu sırada, dijital devler piyasaların yerini alıp, kişisel servet elde etmenin yeni odağı haline geliyor. Tarihte ilk kez hemen herkes, Facebook’a bir şeyler yükleyerek veya Google Maps’e bağlıyken seyahat ederek büyük şirketler için bedavaya sermaye üretiyor. Elbette geleneksel kapitalist sektörler ortadan kaybolmadı ama tekno-feodal ilişkiler onlara yetişip geçmeye başladı. Kapitalizmin ölümü sessiz olsa da yakında fırtına kopabilir. Tekno-feodal sömürünün ve eşitsizliğin mağdurları bir araya gelirse, çıkan ses çok yüksek olacaktır.
Ekonomi ve siyaset dünyasında, özellikle akademisyenler arasında klasik kapitalizmin ölüm döşeğinde olduğunu iddia edenlerin sayısı her geçen artıyor. Bununla birlikte kapitalizmin yeni bir versiyonu olarak tekno-feodalizmin doğduğunu, bunun reel ekonomi ile finans arasındaki bağın tamamen kopması anlamına geldiğini iddia edenlerin sayısı da beraberinde artıyor. Bazıları tekno-feodalizm terimi yerine dijital feodalizm, enformasyon feodalizmi, neo-feodalizm gibi terimlerini de kullanabiliyor. Aslında hepsi aynı kapıya çıkıyor. Ben tekno-feodalizm terimini kullanmayı daha doğru buluyorum. Zaten en yaygın kullanılan terim de budur.
Bir açıdan kapitalizm ölmüyor, fakat şekil değiştiriyor. kapitalizmin günümüzün hızla gelişen teknolojisine uyum sağlama sürecini yaşadığını, özellikle de sanal dünyanın dinamiklerini yeniden okuyarak, ortaya çıkan yeni insan tipolojisinin gereksinmelerini okuma gayretinde olduğunu (belki de yönlendirdiğini) ve nihayetinde “tekno-feodalizm” tanımlamasıyla kapitalizmin yine sıradan insanları sömürmeye devam etmekte…
Bu çerçevede, 21. yüzyıl kapitalizminin yerini Büyük Teknoloji tarafından denetlenen yeni bir ekonomik sistemin aldığını savunan tekno-feodalizm tezi son yıllarda teknoloji dünyasında tartışılıyor. Argümanın özünde, klasik kapitalizmin üretimi genişletemediği veya emek verimliliğini artıramadığı düşüncesi yatıyor. Bunu yapamayan kapitalizm, bunun yerine kâr etmeye devam edebilmek için dijital platformlar üzerinden yeni kapasiteler geliştirmeye odaklanıyor.
Ekonomi uzmanlarına göre günümüz kapitalizmi buhranlı bir dönemi atlatmaya çalışıyor. Geçmişe baktığımızda, kapitalizmin, ABD’de patlak veren 1929 Büyük Buhranıyla sarsıldığını görüyoruz. Batı dünyası bu büyük kırılmayı, Keynesçi ‘devlet destekli kapitalizm’ anlayışına sarılarak aşmaya çalışmıştı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan bu kapsamdaki kapitalizm, 1980’li yıllara kadar ilerleme kaydetti. 1980’lerin başlarında, ‘Washington Konsensüs’ü serisi devreye sokuldu ve üzerinde anlaşmaya varılan mutabakat ile, neoliberal anlayışın kapitalist sistem açısından öne çıkışına izin verildi. Böylelikle gelişmiş ekonomilerin gelişmekte olan ekonomileri ‘serbest ticaret’ ve ‘sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi’ konusunda ikna etmesi neticesinde her yerde ‘devlet küçüldü’. Bu minvalde Türkiye’ye ayrı bir parantez açmakta yarar var…
Neoliberalizmin Türkiye’ye girişi, aslında, Thatcher (1979) ve Reagan’ın (1981) tarihlerinin arasında yer alır. Türkiye’nin simgesel iki tarihi 24 Ocak ve 12 Eylül 1980’dir. Özelleştirme yaftası altında son kırk yıla damgasını vuran hazin dönüşümlerin, tüm kalıntıları, mirası ile tasfiyesi…Soru şu: Türkiye’ye ve benzer ülkelere 1980 sonrasında uygulatılan kapsamlı neo-liberal model ne kadar doğruydu? Bu model kim tarafından kurgulandı ve uygulamaya konuldu? Türkiye; bu programın sadece bir bölümüne itiraza kalkıştığı için sadece gecikmedi; aynı zamanda çaresiz kaldı. Bu çaresizliğe Küresel Oyun kurucular, Türkiye ekonomisini, finans kapitale öylesine bağımlı hale getirdiler ki, hareket alanlarını da kısıtladılar. “faiz – Kur – enflasyon” Sarmalının içine Türkiye’yi kim soktu? Bu oyunları kurgulayanlar kim? Asıl yanıtlanması gereken sorular bunlar…Ayrıca, küresel güçlerin gizli planlarını bilim kurgu / komplo teorileri diye küçümseyenler döviz kurlarındaki hareketliliğin ekonomik değil, Türkiye ağır bir tehditle yüzyüze.olduğu gerçeğini herhelde görüyorlardır…Küresel oyun kurucuların, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, insan haklarına ve sosyal sorumluluğa ilişkin latif fikirler artık emperyalizme evrilmiş durumda. Küresel oyun kurucular, özgür ve barışçıl ticaret aracılığı ile dünyayı birleştirmek yerine kaba kuvvet yoluyla dünyadan daha büyük pay kapma yarışına girdiler. Artık ekonomik, siyasal ve düşünsel bir merkez kayması yaşanmaya başlandı. Yeni değerler, yeni üretim biçimleri inşa edildi.
i- Rusya tarafından jeopolitik olarak kuşatılma. Rusya artık güney komşumuz oldu.
ii-Batı ile ilişkilerimiz de çok zayıfladı. Akdeniz’de yeni ittifakların ve Türkiye’ye yönelik hasmane tutumların yükseldi. Kıbrıs ve Akdeniz’deki haklarımız en ciddi risklerle karşı karşıya kaldı. Mısır, İsrail, Yunanistan üzerinden gelen ABD destekli saldırılara maruz kaldı .
iii-S400 sisteminin F35 uçak krizi, İran’a petrol ambargo kısıtlaması
iv-İçte ve dışta Siyasi gerilimler devam etti.
Neoliberalizm rüzgarlarının hâkim olduğu küresel ekonomide, Bretton Woods kurumları ile devreye sokulan kurallar silsilesinin bir sonucu olarak küresel sermaye sahipleri tarafından sıkı sıkıya bağlanan dış ticaret, sermaye hareketleri ve finansal işlemler bir anlamda gevşetildi (deregüle edildi) ya da ortadan kaldırıldı. Dünya para bolluğu yaşadı. Küresel dolaşımdaki para üç dört misline çıktı.
Washington Konsensüslerini takiben, 2000’li yılların başında Silikon Vadisi Konsensüsü devreye sokuldu. Bundan amaçlanan şuydu: Işık hızıyla ilerlemekte olan neoliberal ticaretin, sınırsız teknolojiyle evlendirilmesi. Bu; dijital verilerin meta olarak görülmeye başlandığı bir döneme geçiş yapmak anlamına geliyordu. Öyle ki her birimizin sahip olduğu, üzerine titrediği, kimselerle paylaşmak istemediği “kişiler verilerimiz” artık bir ekonomik değere, metaya dönüşüyordu. Bizim verilerimiz birer ticari mal haline geliyordu. Böylece, her birimiz farkında olalım veya olmayalım, yanımızdaki telefonun bizim kişisel beğenilerimizi çaktırmadan ‘çaldığı’ ve biz internet üzerinde alış-veriş yaparken o beğenilerimizin önümüze düştüğü bir dünyada yaşamaya başladık. Bizi ‘ikna için kullanılan, yönlendiren algoritmalar’ ile yaşar hale geldik. Bunun ismi gözetleyen kapitalizm (surveillance capitalism) olarak literatüre girdi. Yeri gelmiş iken,Kredi derecelendirme kuruluşları aslında giderek küresel finans burjuvazisinin antidemokratik bir teknokrasi projesi haline dönüştü. Derecelendirme kuruluşları, IMF ve Avrupa “Troyka”sı bir bütün olarak öncelikle sermayenin güvenliğini ve stratejik çıkarlarını koruyan ve “sermayenin rasyonalitesini” düzenleyen her türlü iktisadi ve sosyal denetime karşı “sermaye çıkar-kriz gelir” şantajı uygulayan antidemokratik bir güç sergiled ve sergilmeye devam ediyor… “İktisadi akıl” diye adlandırılan bu projenin ana düsturu, bağımsız iktisat politikalarının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin yadsınarak, bütün sosyal politikaların piyasalaştırılmasını ve tüm iktisadi ve sosyal değerlerin sermayenin hiper-sömürüsüne terk edilmesini amaçlıdı. Altını kalın çizgilerle çizdiğim ve çok önemsediğim bu notu düşmezsem olmazdı. Birlikte okuyalım: “Şimdi tüm bu gelişmeler perspektifinde, gelişmekte olan ülkelerde yapılan seçimlerle demokrasi ve eşit bölüşüm sağlaması mümkün mü? Ya da başka bir deyişle gelişmekte olan ülkelerde iktidarı elinde tutan sermaye grupları ülke yönetimini demokrasi ve adil bölüşümüne izin verir mi? Seçimi Kim kazanırsa kazansın sermaye grupları için değişen hiç bir şey olmayacak. Ülke tarihinin en çok kutuplu Meclis’ini göreceğiz. Sermaye sesinin de yine her zaman olduğu gibi en gür çıkacağını da!…” Şimdilik bu notum burada kalsın…
Bu arada 2008 yılında yaşanan küresel mali krizden sonra dünyanın büyük ekonomilerinin temsil edildiği G7 ülkelerinin merkez bankaları, 2009 yılının Nisan ayında bir anlaşmaya vardılar. Küresel finansı yeniden yönetmek için para basma yeteneklerini devreye sokmaya karar verdiler. Bugün küresel ekonomi, üretim artışları ve emeğin verimlilik artışlarından kaynaklanan daha fazla üretimle kâr etmek yerine, merkez bankaları tarafından sürekli olarak basılan para arzıyla besleniyorlar. Bu arada, klasik üretimden beslenen yatırımcılar da giderek piyasalardan uzaklaşıyorlar. Paranın yönü özel fonlara ve feodal mülkler olarak faaliyet gösteren dijital platformlara kayıyor. Bu dijital platformlar arasında Facebook ve Amazon gibi oligopol hale gelen firmalar, sanal dünyanın baş oyuncuları olarak yerlerini alıyorlar.
Böylece dijital platformlar, özel servet elde etmek için klasik pazarların yerine geçiyor. Tarihte ilk kez neredeyse herkes büyük dijital şirketlerin sermaye değerini ücretsiz olarak artırıyor. Artmasına el birliğiyle hepimiz ortaklaşa katkı sunuyoruz. Somut üretim, bir ürün veya malzeme çıktısı olmadan, sanal değerlerin piyasa değerleri de bizlerin sayesinde artmaya devam ediyor. Her birimiz Facebook’ta bir şeyler yayınladığımızda veya Google Haritaları kullanarak bir yerden bir yere seyahat ettiğimizde, bu şirketlerin daha çok kazanmasında kendi rolümüzü oynuyoruz. Bizim “emeğimiz” bu tür sanal dünyadaki şirketlerin para kazanmasına hizmet ediyor. Karmaşık bir durum ama işin özü böyle gözüküyor.
Henüz, klasik kapitalist ilişkiler bozulmadı. Emek, sermaye, piyasa vb. ilişkiler devam ediyor. Ancak tekno-feodal ilişkiler olarak adlandırılan bu yeni süreç, eski tür üretim ve para kazanma yollarını aşarak büyüyor ve hepimizi ister-istemez içine alarak genişlemeye devam ediyor.
Birer meta haline gelen kişisel verilerimizi kullanarak küresel ekonomideki pastanın büyük bir kısmına hükmetmeye başlayan küresel dijital platformlar ve teknoloji şirketleri tarafından yönetilen ve yönlendirilen, “gözetleyen kapitalizm” çağına geçiş yapıyoruz. Tekno-feodalizmin güç kazandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. Emeği sömürüsüyle büyüyen, kazanan 1750’li yıllardaki kapitalizm belki bitti ama yeni ortaya çıkan gözetleyen kapitalizm türü, sadece çalışanları değil tüm insanları, hatta bazen hayvanları ve bitkileri bile sömüren bir düzeni inşa etmeye devam ediyor. Bunu da teknolojiye, dijital dünyaya dayandırarak yapıyor. Eskinin emeği sömüren klasik şirketlerinin yerini günümüzde kendi rızalarımızla kendimizi emanet ettiğimiz küresel teknoloji şirketleri sömürüyor. İnsan haklarının sembolleriyle kendini meşgul eden dünyanın önde gelen devletleri ise, insan odaklı bir dünyanın yok oluşunu sadece seyrediyorlar. Her birimizi gözetleyen kapitalizmin bizleri birer meta olarak kullanmasına izin veriyorlar.
Böylece ortaya çıkan ve kuralları yıkarak büyüyen Tekno-feodalist model, tekel konumuna erişmeyi birincil amaç olarak tanımlıyor. Bunun için sofistike verilere önde gelen tüm dijital platformlar sahip olmaya çalışıyor. Her bir platform kendi alanında tekel olmak, küresel ölçekte tek oyuncu olabilmek için çırpınıyor. Bir ikincisine tahammülleri yok. Tam bir kapitalist mantık burada da acımasız bir şekilde çarkını döndürüyor.
Fransız ekonomist Cédric Durand 2020 tarihli Technoféodalisme adlı kitabında bu dijital platformların kendilerini “vazgeçilmez hale getirme” arayışında olduğunu belirtiyor. Yine aynı yazar, Critique de l’Économie Numérique adlı kitabında, platformları; klasik elektrik sağlayıcıları, demiryolları veya telekomünikasyon ağları ile aynı kategoride yer alan birer altyapı hizmeti olarak düşünmemiz gerektiğini öne sürüyor.
Tekno-feodalist yaklaşımı bilimsel olarak ilk öne süren, Harvard Business School profesörü Shoshana Zuboff’tur. Yazar, 2018 yılında yayınlanan The Age of Surveillance Capitalism (Gözetim Kapitalizmi Çağı) adlı kitabında bu terimi ilk defa kullanan kişi olarak biliniyor. Aslında Büyük Teknoloji (Big Tech) eleştirisi olma iddiasıyla yazılan bu kitap, dijital platformların, alış-veriş sitelerinin kendi tekelci konumlarını korumak ve potansiyel müşterileri başkalarından önce kendilerine çekebilmek için bazı kişisel verileri kullandıklarını öne sürdü. Zuboff, bu algoritmayı, ‘davranışsal fazlalık’ modeli olarak isimlendirmeyi tercih etti.
Zuboff’u destekleyen en önemli örnek ise Google’un arama algoritmasında, site aramalarında devreye soktuğu ‘kişiselleştirilmiş reklam tasarımı’ idi. Bu adım bir kez atıldıktan sonra, arkası kendiliğinden geldi. Biz sıradan insanlar hakkındaki bilgiler, belirli bir satış için kullanılsın ya da kullanılmasın, kendi başlarına değerli bir meta olarak tanımlanır oldu. Böylece, tekno-feodalist akımın öncüleri olarak görülen dijital platform şirketleri (başta Google, ardından Facebook, Microsoft ve Amazon) tarafından küresel dijital gözetim yeteneğinin devreye sokulduğuna hepimiz şahit olduk. Bu sistem bizleri feodal sistemin serfleri gibi sömürmeye, sırtımızdan kazanmaya başladı. Bizler, “Aaaa, bu telefon galiba beni dinliyor” derken, aslında aynı zamanda birer meta haline geldiğimizi de gülerek kabullenir olduk. Şimdi kendi kendini sömüren, insanların beğeni, alış-veriş, yeme, zevk vb. tercihlerini ‘okuyan’ hatta siyasi oy tercihlerimizi bile bize sormadan bilebilen (ve yönlendiren) büyük bir sömürü sisteminde yaşıyoruz. Artık biz insanlar, algılarımızla durmadan oynayan bir sistemin parçasıyız. Bize yön vermek isteyenlerin, bize sormasına gerek kalmadı. Nasılsa bunu dijital platformlar üzerinden yapabiliyorlar. Seçimler öncesindeki anket şirketleri bile yakında işsiz kalmaya aday. Başkan koltuğundan olan Trump’ın isyanı ve arka planda dijital platformlara rağmen devam eden mücadelesi, seçim döneminde dijital platformlar üzerinden oynanan acımasız yönlendirme oyununu bozmak içindi diye düşünüyorum. O yüzden kendi dar kapsamlı sosyal ağını kurma gereksinimi hissetti. Büyütebilirse, 2024 seçimleri sonucunda belki tekrar Amerikan başkanı olarak dönebilir, kim bilir?
Kısaca tekno-feodalizm veya gözetleyen kapitalizm olarak tanımlanan yeni sömürü düzeni, kapitalizmin en büyük tarihsel dönüşümü olarak tanımlanıyor. Herhalde henüz yolun başındayız. Muazzam dönüşüm devam ediyor. Nerede duracağını tam bilebilmemiz şimdilik neredeyse olamaksız gözüküyor.
Tabii ki farkında olduğumuz, bildiğimiz bir şeyler var. Artık uyanık olduğumuz saatleri, aktif ya da pasif olarak, kaydeden ve doğrudan dünyanın en değerli şirketlerine ileten elektronik cihazlarla sürekli etkileşim halinde geçiren bizler için tekno-feodalist eleştirinin bir karşılığı var: Her birimiz, teknoloji şirketlerine kendimiz hakkında gönüllü bilgi aktaran emekçilere dönüştük. Bezos ve Zuck için değer üreten emekçiler olarak yaşıyoruz. Teknoloji oligopolü sadece tercihlerimizi, alışkanlıklarımızı ve seçimlerimizi sorunsuz bir şekilde kaydetmekle kalmıyor, aynı zamanda bu verileri gelecekteki seçimlerimizi yönlendirmek için de kullanıyor.
Bir önceki yazımda Elon Musk’ın Twitter şirketini 44 milyar dolara satın almasından yola çıkarak dijital dünyadan biraz bahsetmiştim. Musk, muhtemelen gelecekte internet dünyasının altyapısını sağlayan dünyada tek bir sistemin, kendisinin sahip olduğu Starlink’in ayakta kalmasını hedefliyor. Bir dönem dijital para piyasasını hareketlendiren Musk’ın bu dünyaya da girmeye hazırlandığını ancak bu spekülasyonlara açık alanda tekelleşebilmek için uygun zamanı kolladığını düşünüyorum. Bu arada Musk’ın; tıpkı Facebook, Google gibi dünyada kendi alanında tekel haline gelen Twitter’ı satın alarak, gözetleyen kapitalizmin, tekno-feodalizmin en büyük patronlarından biri olmayı, belki de Baş Twitçi benzeri Baş Patron olmayı amaçladığı söylenebilir. Tekno-feodalizmin önümüze sunacağı gelecek öngörülerini önceden okuyabilmek, sanal dünyada gittikçe büyüyen sömürü düzeninden daha az zarar görmek için Elon Musk benzeri dijital platform sahiplerinin ayak izlerini takip etmeyi, kendi kişisel öz çıkarlarımızı korumak adına, faydalı buluyorum.
Büyük veri algoritmaları yüzünden egemenliği elinde tutan bir avuç seçkinin eline geçerek çoğunluğun sadece istismar edebilir değil,çok daha kötüsü,geleceksiz konumuna düşmesine sebep olacak dijital diktatörlükler ortaya çıkarabilir. .20.yüzyılda New York, Londra,Berlin ve Moskova’da dünyaya şekil veren seçkinler tüm dünyanın geçmişini açıklama ve geleceğini öngörme iddiasi taşıyan üç büyük anlatı formüle ettiler.Faşist anlatı,Sosyalist anlatı ve liberal anlatı.II Dünya Savaşı Faşist anlatıyı devirdi ve 1940 ‘ların sonlarından 1980’lerin sonlarına kadar dünya sadece iki anlatının savaş alanıydı.:Sosyalizm ve libaralizm…Sonra sosyalist anlatı çöktü ve liberal anlatı baskın bir biçimde en azından dünya çapındaki seçkinlere göre ,insanlığın geçmişine rehber ve dünyanın geleceğinin olmazsa olmaz kılavuzu haline geldi. “Emperyalizmin altın çağında Avrupalı işgalciler ve tüccarlar renkli boncuklar karşılğında bir adanın ya da ülkenin tamamını satınalabiliyordu.21 yy.kişisel bilgilerimizin belki de hâlâ sahip olduğumuz en kıymetli kaynağımız ve biz de elektronik posta hizmeti ve komik videolar karşılığında bu kaynağı teknoloji devlerine veriyoruz.
Bir ülkenin refah seviyesini belirleyen konulardan biri de, rahat, geniş, gamsız, tasasız, kaygısız, boş vermiş, ertelemeci, koyvermiş, salmış olanlarla, kontrolcü, hırslı, disiplinli, ciddi, detaycı ve yarışmacı olanlar arasındaki doğal dağılımın bozulması.Normal şartlarda, bu iki grup birbirinden beslenir ve birbirini var eder. Aralarında da bir doğal denge vardır.Hukukun haklıyı korumadığı bir ülkede eğitimin kalitesizleştirilmesi ve sosyal dikey mobilite ile alakasızlaştırılması da sistemli hal alırsa, düzene eklemlenemeyen umutsuz çoğunluk gittikçe yoğunlaşan bir apati hali ile ve gittikçe artan oranlarda ilk gruba dahil olacaktır. O çoğunluğun katma değerini ve potansiyel refahını emme imkanına pozisyonel olarak kavuşturulmuş olanlar ise ikinci gruba.O şartlarda, bir toplumun açığa çıkarabileceği refah kendi potansiyelinin çok altında olacağı gibi o refahın paylaşımı da doğal dengesiyle olamayacaktır. Ülkemizin ve toplumumuzun bugün her alanda içinden geçmekte olduğu vasatlaşarak fakirleşme tünelinin bir diğer perspektiften özeti de budur.
O tünelde devam edilip tünelin diğer ucundan çıkılırsa, varılacak olan noktada, o çoğunluğun ana özelliği “daha iyisini bilip de boş verme” halinden “zaten bilmeme, sorgulamama, boş verdiğinin bile farkında olmama ve alternatifini bilmeme” haline dönüşecektir. O dönüşüm yaşandıkça, suyun başını tutanların sömürüsü yoğunlaşır, görünmezleşir, normalleşir. Bu notumuzda şimdilik burada kalsın.
Son Söz:
Paranın izini sürerseniz ilişkiler ağını çözersiniz. O izi sürerseniz, o yol sizi “Yeni Dünya Düzeni Tarikat”ı merkezine götürür. O yerde küresel oyun kurucuların olduğunu göreceksiniz…
Feodalizmden Kapitalizme , Kapitalizmden Tekno-feodalizme… Bu ekonomik sistemin sürdürülebilirlik yolculuğunun sonucu: Az gelişmiş / gelişmekte olan Ülkelerin rezervlerin dondurulması/ sermaye kontrolü/ ülke paralarının değer kaybı/ enflasyonun yükseliş/ yoksulluğun daha da derinleşmesi...
Referans:
Malcolm Harris, Are We Living Under ‘Technofeudalism’?, nymag.com, 28 Ekim 2022, https://nymag.com/intelligencer/2022/10/what-is-technofeudalism.html
Timothy Erik Ström, Sibernetik Kapitalizm (Çeviri: Emine Kenan), Skopbülten, 7 Ekim 2022. https://www.e-skop.com/skopbulten/sibernetik-kapitalizm/6470
Kerem Alkin, Kapitalizm ve Tekno-feodalizm, Sabah Gazetesi, 21 Ocak 2022, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/kerem-alkin/2022/01/21/kapitalizm-ve-teknofeodalizm
Yannis Varoufakis, Dünya Ekonomisi: Teknofeodalizm geliyor, Slobodenpecat, 27 Ekim 2022, https://www.slobodenpecat.mk/tr/svetska-ekonomija-tehnofeudalizmot-doagja/
This Post Has 0 Comments