Kurumsal Dalkavukluk ve Toplumsal Afazilik
İlksöz: “Haklıdan yana değil, güçlüden yana olanlar korkak ve kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe dönerler; fırıldak olurlar.”Bir Kurumda / Ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o Kurum / Ülke batar.
Hay hak! Perde kurduk, ışık yaktık / Gösterimiz gölge, hayal / Gerçeğin aynasıdır bu / Sanılmaya martaval / Bu perde, başka perde / Gölge oyunu perdesi / Karagöz’ü sevenlere / İşte Karagöz perdesi”
Bu maniyle başlar “Karagöz ve Hacivat”. Ama önce anlatılacak konuya pek ilintili olmayan ilginç gölgeler geçer perdeden.
Fonda ise mutlaka bir müzik çalar.
Bu başlangıç bölümü, bir ucuna gerilmiş sigara kağıdı bağlanan “nareke” adındaki kamış düğün cırlak sesiyle sona erer.
Tef eşliğinde Hacivat çıkar sahneye ve onun giriş manisini söylemesiyle de oyun başlar.
İkinci aşamada Hacivat, perde gazeline başlar. Bu gazelde mutlaka hem felsefi hem de siyasi bir tema vardır.
Daha sonra Hacivat, uyaklı bir beyit daha söyler ve nihayet Karagöz perdede belirir. Hacivat’la bir itiş-kakış… Hacivat kaçar. Karagöz yere uzanır ve başlar Hacivat’a verip veriştirmeye.
Oyun, yan karakterlerin de katılımıyla, ön planda Hacivat’la Karagöz’ün, iki farklı kültürün örneği olan iki kahramanın, didişmesiyle sürer gider…Oynayan Karagöz’dür amma bu ibret perdesi…
Dalkavukluk, [Sycophantic attitude// WürdelosesSchmeicheln: Kriecherei]: (Yalakalık; müdahenet): Arapça sözcük… Arapça dhn kökünden gelen mudāhanat مداهنة “birini yüzüne karşı övme, dalkavukluk” sözcüğünden alıntı.Arapça dahana دهن “yağladı, yağ sürdü” fiilinin mufā’alatvezni (III) masdarıdır.öyle yazıyor kitaplar…..
‘Daha çok dünyevi ve madde menfaat sağlamak ve itibar kazanmak maksadıyla, önemli kabul edilenbirilerine hoş görünme, özellikle mevki sahibi kişilerin yüzüne gülme,riyakar tutum sergileme, abartılı ve yersiz övgülerde bulunma, güçlüleri,haksız da olsalar desteklemek anlamlarına gelen anti-sosyal ve nahoş bir tutum ve davranış biçimi…’
Yalaka, dalkavuk, çıkar beklentisi ile çıkar sağlayabileceğini düşündüğü kişileri ikiyüzlülükle aşırı övendir. Yalakalığın bir çeşitlemesi olan şakşakçılıkta da başkalarına da benimsetme amacıyla çıkar beklenen kişiye övgü düzmek temel güdüdür. Şarlatan, bilgili gözükerek, yaptıklarını abartarak, ağız kalabalıklığıyla çevreyi aldatarak kendine yarar sağlayan kişidir. Şaklaban, gülünç düşmeye, onursuzluğa katlanarak, sözleriyle, davranışlarıyla ulaşmak istediği kişi ve çevrelere hoşça vakit geçirterek yanaşan kişidir.
Yaşamımızın her alanında gözlenen davranışlar, düşünürlerin, yazarların özlü deyişlerini çağrıştırmaktadır.Birlikte okuyalım:
Dehri arasan binde bir adem bulamazsın
Adem görünen harları adem mi sanırsın
Ziya Paşa
Aptallık genelleştiğinde hamakat görünmez olur.
Bertolt Brecht
Aptallar akıllılardan çok az şey öğrenebilir, akıllılar ise aptallardan çok şey öğrenir
İnsan ne kadar az düşünürse o denli çok konuşur
Montesquieu
Ehil insana canım feda olsun
Ayağı öpülse öperim onu
Hele git bir cahille konuş
Cehennem ne imiş görmüş olursun
Kendilerini önemseyen, üstün niteliklere sahip olduğu sanısına, yanılsamasına, kuruntusuna kapılanların gerçek değerini, Kaygusuz Abdal “bir cim çıkmaz eğer karnını yararsan, camiye gelir de erkân beğenmez” dizesiyle ölçmüştür.
Günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce yaşamış Sinoplu Diyojen’in (Kynite Diogenes) Atina sokaklarında gündüz elinde fenerle ne aradığını soranlara “insan, insan” haykırışını unutmamak gerekir.
Alıntılar, anekdotlar, bireyin kendini değersizleştirmesine, küçük düşürmesine, alçalmasına karşı insan onurunu korumaya yönelik tepkilerdir. Kişi için en değerli erdem artam, onurlu olmaktır. Özgür olmanın, çalışkanlığın, kamu yararı gözetmenin, başarıya odaklanmanın, cesaret göstermenin, ödün vermemenin temel güdüsü kişinin onurunu korumasıdır. Onurlu kişi sözünün eridir, tutarlıdır. “Yanlış anlaşılma, amacını aşma, kamu baskısı, genel istek” gibi özürlerin arkasına sığınarak sözlerini, hareketlerini tevile, sözünü çevirmeye kalkışmaz. Doğru bildiği yolda tek başına kalsa da yürür. Onurlu kişi, övünmez, alçakgönüllü, özgeci davranır. Yunus Emre “Er odur ki alçak dura, yüceden bakan göz değil” dizeleri ile alçakgönüllü olmanın erdemini ifade etmiştir. Şair Sadi de “meyvalarla yüklü dal başını yere serer” dizesiyle bu görüşü paylaşmıştır. Atalarımızın “Boş başak dik durur” gözlemi de bu yöndedir.
Dünyanın en ünlü drama yazarının dünyayı bir sahne olarak görmesi gibi, bizlerinde çalıştığımız yeri,yaşadığımız kenti, yaşadığımız ülkeyi, üstelik seyirciside olan bir sahne olarak görebilmek bir dünyanın betimi bir bakışın betimidir. Bu sahnede oyuncular, sıraları geldiğinde sahneye çıkmakta, rollerini yapıp, oyunlarını oynayıp ve bittiğinde sahneden de, tiyatrodan da çıkarlar ama…Bizim(Dalkavuk) seyircilerimiz, değil tiyatrodan çıkmak, koltuklarından bile kalkmazlar. Onlar, biraz önce biten oyunu seyrettikleri hareketsizlikleri ve sessizlikleriyle, biraz sonra oynanacak yeni oyunun başlamasını beklerler. Ve oyuncular sahneye adımlarını atar atmaz, onlar da yerlerinden yay gibi fırlayarak ayağa kalkarlar ve ellerinin tüm gücüyle yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamaya başlarlar. Bizim Dalkavuk seyircimizin sayısız özelliklerinden biri de bu uygulamadır. Biten oyunun oyuncuları yerine, başlayacak oyunun yeni oyuncularını alkışlamak önsezisine, dünyanın başka hiçbir ülkesinin seyircisi sahip değildir. Çünkü bu sahnesinin seyircileri, sahneden çekilen bir oyuncudan hayır gelmeyeceğini bilecek denli ileri görüşlüdürler(vizyon sahibidirler ) . Bu nedenle enerjilerini, gideni alkışlayarak boşa harcayacakları yerde, sahnede “sil baştan yeniden” oynanacak yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamak için kullanmanın daha akıllı bir yatırım olacağının bilincindedir. Bu sahnenin seyircilerinin bir ilginç özelliği de, seyretmek istedikleri oyunu seçmek zahmetine katlanmamalarıdır. Karşısındaki sahnede ister komedi oynansın, ister dram, ister trajedi oynansın, Bu sahnenin seyircileri, karşılarında oynanan tüm oyunları gözlerini bile kırpmadan, parmak uclarını bile kıpırdatmadan, bir televizyon dizisi seyredercesine büyük bir ciddiyetle seyretmeye zaten peşinen hazırdırlar. Zaman zaman da olsa içlerinden bir ya da iki üç kişli ayağa kalkıp da, “Biz bu oyunu yıllardır seyrediyoruz… Bırakın bizi uyutmayı da bir takım yeni, çağdaş hareketler yapın artık” diyecek olsa, tiyatro güvenlik kuvvetlerinin o kişilerin üstüne acımasızlıkla saldırmaları karşısında bile Bizim sahnenin seyircileri seslerini yükseltmezler, rahatlarını bozmak istemezler. Aslında hiçbiri kendi rahatını düşündüğü için susuyor değildir. Bakın, ne diyorlar:
“Viran olası hanede” diyorlar…
“evlad ü ıyal var “diyorlar…(*)
Birşeyler daha diyorlar ama… Ses
çok zayıf geliyor… Kulak kabartalım;
dinleyin:
“Aramızdan öne fırlayıp, bizi uyarmaya çalışan cesur yürekli aydınlarımızı gördükçe, içimizden bir anda bizim de ayağa kalkıp, onları coşkuyla alkışlamak ve yüksek sesle ‘Yaşayın…Bravo size… Her zaman dimdik yanınızdayız’ diye haykırmak gelmiyor değil… Gelmesine geliyor da… Biliyorsunuz durumları… Hak verin…”
***
Sahneye bakıyorsunuz, roller aynı, oynanan oyun aynı, yalnızca oyuncular değişik… Başını da biliyoruz, ortasınıda biliyoruz, sonunu da biliyoruz biz bu oyunun ama…Seyircilere bakıyorsunuz, her biri bir heykel kıpırdamazlğında… Herbiri bir heykel hareketsizliğinde… Herbiri bir heykel sessizliğinde…
“Hişt, hişt” demek geliyor insanın içinden. I-ııh..
“Bu ne dikkat, bu ne ciddiyet…Bir televizyon dizisi değil ki bu seyrettiğiniz…”Hııı?
Bu sahnenin Dalkavuk seyirciler, oturdukları yerde sessiz ve hareketsiz oturuyorlar. Tek
umudumuz, yeni oyunu oynayacak yeni oyuncuların sahneye çıkmasında…
Çünkü, ancak onlar sahneye çıktıklarında anlayabileceğiz seyircilerimizin Yaşayıp yaşamadıklarını yerlerinden yay gibi fırlayarak ayağa kalkmalarından ve ellerinin tüm gücüyle
yeni oyunun, yeni oyuncularını alkışlamaya başlamalarından…
Dalkavukluk” aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmakla birlikte, geçmişten günümüze şekil değiştirerek varlığını devam ettirmekte. Çıkar sağlamak amacıyla başkalarına saygı ve hayranlık gösterisi yapmak, yaranmaya çalışmak, dalkavukluğun en belirgin nitelikleri. Osmanlı sarayında “muhasip” sohbet eden, “nedim” birlikte yenilip içilen, yarenlik yapılan kişilerin yanında birde “dalkavuk” görevi yapan kişiler bulunmaktaydı. Ayrıca aynı dönemlerde zenginleri eğlendirmek, kaprislerini çekmek, onların eziyet verici şakalarına katlanarak dalkavukluk yapmak bir meslek olarak sürdürülüyordu. Sarayda dalkavuğun görevi hükümdarın hoşuna giden şaklabanlıklar ve taklitler yaparak onu eğlendirmekti. Dalkavukluk gerek sarayda gerekse zengin konaklarında bir meslek olarak sürdürülmüş ancak günümüzde bir hayat tarzı olarak toplum hayatında, yükselme ve itibar görme aracı olarak bürokraside yerini almıştır.Geçmişte dalkavukluk, toplumsal hayatı veya devlet idaresini etkilemeyen, lokalize olmuş bir meslek alanı ve mizah konusu iken; günümüzde, hayatımızı ve devlet idaresini istila eden kaygı verici bir durum olarak yaşanmakta….
Soru şu: peki kurumsal dalkavukluk ne ?
Soruyu yanıtlamadan önce konuyla ilgili kavramsal/ kurumsal çerçeveye ilişkin ilintili kavramları açıklamakta fayda var. Müptezel olan, bayağı olan, banal olan, renksiz ve ortalama kabul edilen, adi bulunan kimse kaldı mı? Yoksa dünya üzerinde sadece “güçlü” ve “güçsüz” mü var artık?
Eskiden, güçlü olduğu halde saygınlığa ulaşamayan, zengin olduğu halde görgüsüz bulunan, düşüncelerini en üst perdeden yaymaya çalıştığı halde orijinalitesi ve ilginçliği eksik olduğu için bunu başaramayan insanlar vardı. Kaldı mı onlar? Pek görmüyoruz. O insanlar yitip gittiğinden değil. Her yer onlarla dolunca, saygıyı güce gösterenler, zenginliğin ta kendisini derinlik bilenler, konuşurken çok bağırmayı ilginçlik ve hakikilik zannedenler kendi dünyalarını yaratıverdiler. Birbirlerini alkışlayıp besliyorlar. Güçlüler sahnede, böbürlenmekle meşgul.
Müptezellik, saygınlığını yitirmişlikle ve basitlikle âlâkalıdır. Kibirle bağdaşmaması beklenir. Etrafındaki öncelikler doğru ise, saygın olmayan, basit olan, kibirli olabilmek şöyle dursun, saklanarak yaşar. Saygın olan, saygıyı katma değeri sayesinde alır. Ancak, öncelikler gücü esas alacak şekilde başkalaşırsa, kaynağı ne olursa olsun güce saygı duyanlar sayıca fazlalaşırsa, müptezel kibirliler türeyebilir. Onlar, kibirlerini kendilerini var edenler nezdinde yaşarken beslenip ürerler. Gücü sevenler nezdinde yeni bir sahne kurulur. O sahnede, gücün kaynağı değişiverirse herhangi bir sadakat göremeyeceklerinden, gittikçe daha fazla güce ihtiyaç duyarlar. Güç karşılığında, onlar da o gücü kendilerine verenleri sahneye davet ederek beslerler.
Diğerleri, geri kalanlar, bu döngünün dışında olanlar, kurulan bir tuhaf sahnede değil gerçekler icinde yaşayanlar ne yapıyorlar peki? Saygının kaynağını doğru yerlerde, örneğin, bilimde, sanatta, merhamette, hoşgörülülükte, prensiplerde, düşünce derinliğinde, erdemlilikte ve katma değer yaratmakta arayanlar, yani içerikli ve sahici insanlar, kendi sahnelerini kurmakta da, lider üretmekte de, lideri takip etme tutkusunda da çok daha yavaş, seçici ve zayıflar. Gitgide, gücün merkezinden de genel olarak sahneden de çekiliyorlar. Önceliklendirdikleri şeyler gücün ta kendisiyle de, bir liderin şahsıyla da, sahnelenenlerle de ilgili değil zira. Onlar sahneden çekildikçe, müptezel kibirleniyor, banal ukalalaşıyor.
İçerikli ve sahici insanların kendilerinin sahneden çekilmekte olması yetmez gibi, kimileri çocuklarının da güç odaklı tuhaf sahnede yer almasını kurguluyor artık. Kuşak geçerken, güce hayranlık ve saygı duyanlar sahnesine kayış izleyeceğiz yani.
Çocuklarımız için önemli meselelerden biri olacak bu. Eğer içerikli ve sahici insanlarda çocuklarını yetiştirişleri yönünden gözlenebilen şu yaklaşım ve eğilimler devam ederse, hepimizin çocukları daha da çetin bir “güçten beslenip güce alkış tutanlar” dünyasında, müptezel kibirliler ve banal ukalalar dünyasında, iyice içlerine kapanacaklar. Kendileri müptezele müptezel, banale banal diyebilen, kendileri için güce tutkun olmayan, içerikli ve sahici insanlar, güce yatkın olanlarca kurulan sahnede kendi çocuklarının “kendilerinin yaptığı hataları yapmaması” adı altında, çocuklarını da alternatif sahne cephesinden çekiyorlar. “Zorbalığa maruz kalacağına zorba olsun”, “ensesine vurulup lokması alınır, çetin olsun”, “zarafet zayıflık sanılıyor, biraz öküz olsun”cu ana babalar, kendilerinin ahbap olmayacakları, hayat arkadaşı olarak seçmeyecekleri, öylece tanışsalar zinhar sevmeyecekleri insanları kendi evlatları olarak yetiştiriyorlar.
Ne şekilde olursa olsun gücü elde edip kibirli ve ukala olabileceği şekilde çocuk yetiştiren anne ve babalar artıyor. Bu güç heyelanı ortamında çocuğu kendisi olmaya yöneltmenin riski de arttıkça artık insanlar paylaşmayı, teşekkürü, tebessümü, kendi işini kendi görmeyi, erdemi, emek vermeyi, gönül almayı ve kadir kıymet bilmeyi çocuklarına aşılamıyor. Sloganlarla, kolay formüllerle, kestirme yollarla, süreci değil sonucu dert eden düşüncelerle, nobranlığa dayalı itip kakma marifetleriyle donatılmış çocuklar gelecekteki alfa rollerine hazırlanırken, katma değere dayalı, saygıyı bilgide, emekte, sanatta, merhamette, hoşgörülülükte, prensiplerde, düşünce derinliğinde ve erdemlilikte bulan çocuklara da yerleri ve sıfatları yine ana babalarca hazırlanıyor: içine kapanık, utangaç, veya, kaybeden.
Gerçekte bu sarmalda kaybedenin kim olduğu, kuşaktan kuşağa gittikçe hızlanan bir erozyonla kaybedilenin ne olduğu, o çocukları kaybeden toplumların neleri ne hızda kaybedecekleri, umursanmadan, bilinmeden.
Peki, bu durumla nasıl mücadele edilir? O erozyona karşı ne yapılır? Alternatif sahne nasıl kurulur, korunur?
Kolay. Önce, güce hayran olanların savsakladığı sahneyi izlemeyi bırakmak lazım. Aval aval diğer sahnede sahneleneni izlerken ve ona göre pozisyonlanılırken kaybedilen zamanı hayatımızdaki içerikli ve sahici insanlarımıza, eş, dost ve akrabalarımızdan bizim hücrelerimize geçmiş olanlarına, en önemlisi de çocuklarımıza, vermek lazım. Onların önceliklerini doğru kurabildikleri sahneyi ayakta tutabilmelerine, o sahneye getireceğimiz emek, içerik, sevgi ve espriyle destek vermek lazım. Çocukları ve gençleri güce odaklayıp etiketleye etiketleye kudurtmak yerine, sinemize yaklaştırıp sıcaklık ve umut vermek lazım..
Erozyona karşı, tohum ekme ve kök saldırtma işi yapılır. Tam da bunu yapmak lâzım. Yüzeyselliklerden kaçınmak, sloganları ve kestirmeden gidilen sonuçları değil içerikli bilgiyi, uğrunda emek verilmiş kazanımları ve tecrübe edindiren süreçleri beğenip öven tavrı korumak lazım. O tohumları ekmek ve o konularda derinlere kök saldırtmak lazım.ve en önemlisi “vasatlıktan” kurtulmak gerekir.
COVID-19 salgınının somut etkileri, ortak aklı harekete geçirdi ama COVID-19’dan daha ölümcül ve daha yıkıcı olan “vasatlık salgınını” gerektiği kadar tartışmıyor ve sorgulamıyoruz.
► Vasatlık, okumadan âlim, gezmeden seyyah olduğuna kendini inandırmaktır.
►Vasatlık, ahlâkın emek istediğini görmezden gelerek, ayrıntı bilgisi olmaksızın yargıya varmaktır.
►Vasatlık, bir inanca, ideolojiye, yerleşik doğruya, kalıp düşünceye ve ezbere aklımızı emanet etmektir.
►Vasatlık, sorgulamadan alkış tutmak; inancımızın kutsal kitabında, “Hakkında bilgin olmayan şeyin arkasından gitme” hükmünü görmezden gelmektir.
►Vasatlık, kendimiz için olamama, başkaları için değer katamama, harekete geçerek sorunlarla yüzleşmeyi göze alamama korkaklığıdır.
Herkese sormak isterim
Başta kendime ve erişebildiğim herkese sormak istiyorum:
►Vasatlığın yol açtığı eşitsizlik, kaynak kullanma verimindeki düşüklük, yönetişim niteliğindeki zayıflık COVID-19 salgınından daha önemsiz mi?
►Vasatlığın yarattığı benmerkezci tutumların ve sadece kendi kısa dönemli çıkarlarına odaklanmanın yarattığı Irak’tan Libya’ya, Filistin’den Afrika derinliklerine, Uzakdoğu’dan Güney Amerika ülkelerine “lokal savaş kışkırtıcılığının” neden olduğu ölümler, sürgünler ve eziyetler insanlık için COVID-19 kadar yıkıcı değil mi?
►Vasatlık bencilliğinin depolarda çürüttüğü tonlarca gıda maddesi varken, değişik ülkelerde açlık sınırlarının altında yaşayan binlerce insanın yaşaması, açlıktan ölmelerine ilgisiz kalınması bir insanlık suçu olmuyor mu?
İster mitolojik bilinç düzeyinde olalım, ister teolojik bilinç davranışlarımıza yön versin, dilerseniz ideolojik bilincin kolaycı ve kestirme çözümler üretmesinin cazibesine kendimizi kaptırmış olalım, bir an durup “yaşamın anlamı” üzerine düşünmeliyiz.
Sistemler yaşamı kolaylaştırmalı
Düşünce sistemleri, inanç sistemleri; bilim, teknoloji ve eğitim sistemleri, ticaret sistemleri, finans sistemleri; sosyal, siyasi ve kültürel sistemler, hukuk sistemleri ve yönetişim sistemleri özünde maddi ve kültürel zenginlik üretme, zenginlikleri adil paylaştırma ve yurttaşların güvenli bir yaşam sürdürmelerini sağlama için vardır…
Vasatlık bir salgına dönüşmüşse, sistemler gelir eşitsizliği yaratıyorsa, kaynakların kullanımında verimsizlik artıyorsa, kaliteli yönetişim yapmanın bilinen en az zararlı yolu demokrasi zaafa uğruyorsa, hep birlikte vasatlık salgınının aşısını bulmak zorundayız.
Ahlâk, karşılaştığımız olay ve olguların ayrıntısını bilmeyi, kendi hakkımızın sınırlarını çizmeyi, insanlık adına kendimize fren koyabilmeyi gerektirir. Ahlâk emek ister. Ahlâk, hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığın düşünce ve eylemlerin peşinden gitmemektir. Ahlâk, kulaktan dolma, doğruluğu kanıtlanmamış duyumların peşinden sürüklenmeden, başkalarının ağzına bakarak değil, kendi irademizle öğrendiklerimizin peşinden gitmedir. Değerleri çürüten mikrop olan vasatlığın sığ ve yarım bilgilerinin peşinde sürüklenmenin karşısına dikilmektir ahlâklı olmak.
Bu bağlamda; Kurumsallaşma, şu anda iş dünyasının gündemindeki en popüler konu. Tanımı gereği, bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak süreçlerin belirlenmesive bunun ortak hafızada taşınması demek. Dalkavukluğu, ‘bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak sürecin içine ve daha da beteri, kurumun ortak hafızasına taşımak’ söz konusu olduğunda, artık ‘kurumsal dalkavukluk’tan sözediyoruz demektir.
Kurumsal dalkavukluk, bir kültür sorunu. Kültürü ‘toprak’, değerleri de ‘tohum’ olarak kabul edersek, liderin tutumu, işyeri kültüründe, kurumsaldalkavukluğun yeşerip yeşermeyeceğini belirleyen en temel unsur haline gelmekte. Kurumsal dalkavukluğun en tehlikeli yanı, karar verme süreçlerini çarpıtması ve bunun sonucu ortaya çıkan ‘yönetimsizlik’…. Yazı konusu “Kurumsal dalkavukluk” kavramıyla, bürokraside dalkavukluğun yükselme aracı ve muteber bir davranış tarzı olarak benimsenmesi kastedilmekte. Dalkavukluk; gerek günlük hayatta gerekse bürokratik alanda yalakalık, yağcılık, yağdanlık, kemik yalayıcılık, çanak yalayıcılık gibi değişik kavramlarla da ifade edilmekte. Dalkavukluk, günlük dilde aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmasına karşın hayatımızda neden etkili bir davranış tarzı olmakta? Dalkavukluk; makam, servet, güç, şöhret sahiplerine karşı yapılan karşılığında çıkar elde edilen bir davranış şekli. Kişilerin ancak uzun bir çaba, yetenek ve eğitimle elde edebilecekleri çıkarı bir anda elde etmesi dalkavuklukla mümkün olmakta. Dalkavukluk; onur kaygısı yaşamayan, yeteneğine güvenmeyen, çalışmayı sevmeyenler için cazip bir yol olarak görünmekte. Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan fazla ise orda dalkavukluk yaygın bir davranış haline gelir. Bir bilim adamı “Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar.” demiş. Kişi iradesini özgürce kullanamıyorsa, özgür bir irade oluşturacak eğitim ve kültürden yoksun yetişmişse potansiyel dalkavuktur. Rahatlıkla iradesini bir güce, bir çıkara yaslar. Sürü toplumlarında dalkavukluk yaygın bir davranış şeklidir. Bizde de “sürüden ayrılanı kurt yer.” “Önde gitme asılırsın, arkada kalma basılırsın.” gibi sözlerle sürüye uyma telkin edilir. Özgür irade kullanımı tehlikeli bir davranış olarak gösterilir.Özgür irade kullanımı aynı zamanda sorumluluk almaktır. Dalkavuk özgür irade kullanmaz. Başka iradenin oyuncağı olarak davranır. Böylelikle hem sorumluluk almamış hem de çıkar sağlamış olur. Kişinin insan onuruna yakışır bir ruh asaletine sahip olması, yaygın tabirle “nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilmemesi” dir.Erdemli olma hali; doğruluğu, dürüstlüğü, onuru çıkar duygusunun üstünde tutma halidir. Erdem bizden bedel ister. Erdem karşılığında bazı çıkarlarımız yok olur. Eğer bedelini ödemeyi göze alamıyorsak erdemli olamayız. Shakespeare “İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman, şeref daima ayaklar altında ezilmiştir.” der. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst adam aradığı söylenen Diyojen’e bir yakını “Eğer krala biraz yakınlık gösterseydin, bu kuru yerlerde yatıp kuru ekmek yemek zorunda kalmazdın.” der. Diyojen ise ona “Sen de kuru ekmek yiyip kuru yerlerde yatmayı göze alsaydın alçak adamlara yalakalık yapmak zorunda kalmazdın.” diye cevap verir. Toplum düzenine adaletin egemen olmaması dalkavukluğun yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır. Adalet; haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek, eşit durumda olanlara eşit davranmak, farklı durumlarda hakkaniyeti gözetmektir. Hukuk düzeninin işlediği bir yönetim biçiminde dalkavukluk yaparak bir makama gelmek mümkün değildir. Hukuk düzeninde bir makama gelmek ancak o makamı hak etmekle mümkün olabilir. Hak etmeden bir makama gelenler karşılığında onurlarını verirler. Dalkavukluk yaparak geldiği makamda eksilen onurlarını, başkalarının da kendisine dalkavukluk yapmasını zorlayarak telafi etme yoluna girerler. Böylelikle yönetimde yukardan aşağı doğru bir dalkavuklaşma yayılır Neyzen Tevfik bir şiirinde “Asrın bir umdesi var, hak kapanındır./Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır./Geçmez ele bir paye, kavuk sallamayınca,/Kürsi-i liyakat p……k, p…t olanındır!” diyerek devrindeki durumu hicvetmiştir. Bizde dalkavukluğun tarihsel geçmişi vardır. Osmanlı sarayında dalkavukların bulunduğunu ve padişahı eğlendirdiğini biliyoruz. Toplumlar bazı davranış modellerini geçmişten tevarüs yoluyla edinirler. Eğer bir davranış toplumca kınanmıyor bilakis itibar görüyorsa o toplumda o davranış yaygınlaşır. Örneğin bir toplum, temiz ellerden ziyade dolu ellere itibar ediyorsa o toplumda çıkarcılık ve hırsızlık yaygın hale gelir. Dalkavukluğun geçmişte bir meslek, bir geçim kaynağı olması günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Ancak dalkavukluk günümüzde şekil değiştirmiş meslek olarak değil, karakter olarak yaşanmaktadır.
Dalkavukluğun bir mizah malzemesi olarak sohbetlerde yer alması hoştur. Ancak ülke yönetiminde dalkavukluğun yer alması o ülkenin batmasına yol açacak bir süreçtir. Çünkü dalkavukluk; ehliyetli, liyakatli, yetenekli, başarılı, çalışkan insanların yükselmesini önler. Bu durum bürokraside “negatif seleksiyon” dediğimiz kötülerin yükselmesi, iyilerin ise bertaraf olması sonucunu doğurur. Dalkavuk biri başa geçtiğinde etrafını dalkavuklarla doldurur. Bir makam sahibinin çevresine seçtiği insanlara bakarak, nasıl biri olduğunu anlayabiliriz. Herkesin birbirine dalkavukluk yaptığı bir düzende işler doğru dürüst yapılmaz. Hoşa giden ve boşa giden işler yapılır. Dalkavuk kendine güvenmez. Çünkü hak ederek o makamda oturmamaktadır. Kendine güvenmediği için kimseye de güvenmez. Dalkavuk makam sahibi, bilgisiyle, yeteneğiyle hâkim olamadığı çevresini ajan kullanarak, açık arayarak, fitne çıkararak kontrol etmeye çalışır. Bu durum yönetimde jurnalciliğe, güvensizliğe, kaygıya korkuya ve dolayısıyla verimsizliğe yol açar. Dalkavukluğun egemen olduğu yönetim bir maskeli balo gibidir. Gerçek kişilikler ortada görünmez. Aşağıdan yukarı, yukardan aşağı, sağdan sola, soldan sağa dalkavukluklar yapılır. Aşağıdan yukarı dalkavukluk yükselmek ve işleri yapmamak içindir. Yukardan aşağı dalkavukluk ise, işi onun üzerine yıkmak içindir. Onun için eskiler “iltifatı ümeraya güven olmaz.” (amirlerin iltifatına güven olmaz.) demişlerdir. Sağdan sola, soldan sağa, yatay dalkavukluklar da yine işleri birbirinin üzerine yıkmak içindir. Dalkavuk düzeninde sorumluluklar sürekli başkasına yıkılmaya çalışılır. Sorunlar hep çözümsüz kalır. Yönetimde fikir üretimi olmaz. Aşağıdan yukarı doğru sürekli şu sözler olur. “isabet buyurdunuz efendim.” “siz zaten söylemiştiniz efendim.” “siz bu konunun üstadısınız efendim.” “siz en iyisini bilirsiniz efendim.” “en büyük sizsiniz efendim.” vb. sözler. Böylelikle “ne fikirlerin çarpışmasından” ne de “fikirlerin birleşmesinden” yeni fikir doğar. Başta oturanlar sözlerinin sadece yankılarını duyarak mutlu olurlar. Ancak yönetim kendini yenileyemediğinden çökmeye başlar. Yönetim dalkavuklarla, asalaklardan oluşan dev bir sisteme dönüşür. Yönetimde rol alanlar yediği lokmanın hakkını o topluma ödemekle sorumlu kişilerdir. Eğer kişiler yediği lokmanın hakkını topluma ödeyemiyorsa o toplumun asalağı olur. Asalaklar çoğaldıkça bünye iflas eder. Yani hem toplum hem de yönetim batar. Dalkavukluğun fazla olduğu yönetimde ihanetler de çok olur. En büyük ihanetler dalkavuklar tarafından yapılır. Çünkü dalkavukluk doğrudan kişiye yapılan bir şey değildir. Kişideki makama, servete, güce yapılır. O makam, servet, güç kaybedildiğinde o kişiye dalkavukluk anında kesildiği gibi yeni efendilere yaranmak için eski efendilere ihanet kaçınılmaz olur. Yönetimde dalkavukluğun egemen olması denetimi ortadan kaldırır. Dalkavuk bir yandan iş yapmamaya diğer taraftan açıklarını dalkavukluk yaparak gidermeye çalışır. Eğer makam sahipleri dalkavukluktan hoşlanıyorsa -ki bu durumda kendisi de dalkavuktur.- “en büyük sensin.” sözlerine muhatap olur. Hukuku çalıştırmaz. Kendisine izafe edilen ilahi bir güçle dalkavuğu hoş görür. Suçlunun cezasını çekmediği yerde suçlular kahraman olur. Düzen de yerle bir olur. Yönetimde dalkavukluğun daha birçok yan etkileri vardır. Konunun yeterince anlaşıldığı varsayımıyla daha fazla söze gerek görmüyorum. Siz isterseniz kapatıp bir sonraki pencereden devam edin.Bu konuyu böylece açıklığa kavuşturduktan sonra, peki ne yapmalı ?sorusuna dönelim. Eğitim sistemimiz her kademesinde kişilikli, erdemli, sorumluluk sahibi ve özgür düşünen insanlar yetiştirmelidir. Yetenek ve çalışma ile kazanma arasında orantı doğru kurulmalıdır. Makamlar, servetler hak edilerek elde edilmelidir. Büyük Önder “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istikballerini kaybederler.” Sözü unutulmamalıdır. Hukuk düzeni korunmalıdır. Lütuf ve gazap kültürü değil hukuk kültürü egemen olmalıdır. Yöneticiler, iktidarın lütfüyle abad, gazabıyla berbat olmamalıdır. İşler ahbap çavuş ilişkisiyle değil hukuk düzeniyle yapılmalıdır. Toplumda dalkavukluğun itibar görmeyeceği bir anlayış gelişmelidir. Dalkavukluk ilgi ve itibar görmediği yerden göç edecektir.
Ülkemizde, onurlu, bilgili, yetenekli, kamu yararı gözeten, özgeci, gurur verici niteliklere sahip insanlarımız ne yazık ki tersine ayrımla dışlanmakta, tasfiye edilmekte, hatta cezalandırılmaktadır. Yetenekleri sınırlı kişiler, belli orunlara gelebilmek, unvanlar, sıfatlar alabilmek için etkili gördükleri kişilere, çevrelere biat ederek, yanaşarak, övgü düzerek, komplolar, kumpaslar kurarak, al-ver ilişkilerine girerek kendi çıkarlarını korurken, liyakatli olanların da dışlanmasına yol açmaktadırlar. Türkiye’nin temel sorunu gerekli niteliklerden yoksun kişilerin politikada, bürokraside, akademik çevrelerde, toplum yaşamında ön plana çıkmaları, etkili olmalarıdır.
Ülkelerin ana zenginliği beşeri sermayeleri olmasına karşın ülkemiz beşeri sermayesini de verimli şekilde kullanamamaktadır. Savunmaya çalıştığımız görüşü, alıntı yaptığımız “insanlık için entelektüel sermayenin parasal sermayeden daha değerli olduğu anlaşıldığında, dünya dramatik değişikliğe sahne olacaktır” tümcesi daha özlü, yetkin olarak ifade etmektedir. Sorunun nedenlerini, kaynağını göremezsek çözüm bulamayız.
Dalkavukluğun bir yandan bireysel çıkarlar sağlarken diğer yandan bir yönetimin hatta bir toplumun önce afazi hale geleceği daha sonra da mahvına yol açacağı herkesçe bilinmelidir. Dalkavukluğun toplumda zararlı bir davranış olduğunu söylemeye gerek varmı bilemiyorum!…‘Nasihatname’ dediğim kalıp, bu yolda bir temrin aslında. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi lafı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın.
İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olun.”(*)
Konuyla ilgili sizlere altı hikaye…
“Anlayana Sivri Sinek Saz, Anlamayana Davul Zurna Az !…”
Birinci hikaye…
Köylüler değirmene taş arıyormuş. Sonunda kayalık tepelik bir yerde değirmenlik taş bulmuşlar. İyi de nasıl indireceğiz bu taşı.. İçlerinden biri ben dereye inip aşağıda bekleyeyim, siz yukardan taşı yuvarlayın, taş tam üstüme gelirken ben ‘hööö hühü deyip taşı ürkütür kaçırır düze indiririm’.
-Olur mu gardaş, valla olur.
Taşı yuvarlamışlar, taş derede akıl verenin tam üstüne düşmüş.. Kafası kopmuş..
Arkadaşlar yanına varmış, bakmışlar kafası yok..’Yav arkadaşlar bunun kafası var mıydı?’
Bir köylü, yav arkadaş kafası olmaz olur mu geçenlerde yoğurt yerken bıyıkları beyazdı, ben şahidim..
Diğer köylü, yav arkadaş, bunun kafası olsaydı değirmen taşını üstüne çağırıp höt zöt’le değirmen taşını ürküteceğine inanır mıydı?
İkinci hikaye…
Köylü kadın kuyunun başında kovasını oflaya puflaya çekiyor ancak gücü yetmiyor zorlanıyor.. Kovayı su doldurup çekemeyince de ‘Allah belanı versin Köroğlu’ diye beddua ediyor..
Olacak ya, Köroğlu tam yanında bitmiş.
Köylü kadına, ‘ana, Köroğlu netti sana, çocuğunu mu öldürdü, kocanı mı öldürdü, tarlanı mı talan etti, netti?’
Kadın: Yoo Köroğlu tarlamı talan etmedi çocuğumu öldürmedi..
Köroğlu: İyi de ana, bir kovayı çekemiyon gelip Köroğlu’na küfrediyon, o kovayı da gelip Köroğlu mu çeksin…
Üçüncü hikaye…
Bir gün mahalle camisine güngörmüş bir hoca gelmiş.. Hoca ne zaman namaz kıldırsa, namazın sonunda ‘essalamünaleykümverahmetullah’ der demez cemaat duaya tespihe durmadan hemen camiden kaçıyormuş.
Hoca düşünmüş, yahu cemaat duaya tespihe kalmıyor hemen kaçıyor, ne yapmalı.
Sonunda dua ve tespihi namazın başında yapmaya karar vermiş.
Cemaat namaz için saf olur olmaz hoca namaza değil duaya başlamış, ‘bu kıldığımız namaz geçmişlerimizin…’ der demez cemaatten biri:
-Hocam daha namazı kılmadık bu neyin duası?
Cematten bir başkası hocaya bu soruya sorana bir omuz atıp: Öyle deme, bunlar büyük hocalar, bunlar namazlarını ötelerde yukarlarda birileriyle kıldı bize de duası kaldı.
Dördüncü hikaye…
Okula yeni başlayan saf çocukları üst sınıflardaki öğrenciler kandırmak için büfe önüne gelir, çocuğa, şu pestilinden bir parça ver ondan deve yapayım, der,
Çocuğu kandırıp elinden lokumunu cevizini alır.Çocuk da safça nasıl deve oluyor diye bön bön kanıp bakarken, pestili ağzına atar döndürür çevirir saf çocuk boşuna bekler, tabii ki ağzına atıp afiyetle yutar.
Dilimizde ‘deve yaptılar’ deyimi buradan gelme.
Beşinci hikaye…
Ağa’nın yaşı gelmiş yetmişe, eski höt zöt günleri geride kalmış, durulmuş mülayimleşmiş sakin bir adam olmuş.
Bu Ağa’nın işte tarlasına girip yağma etmişler. Ağa’ya gelip, ağa senin tarlayı talan ettiler her bir şeyini yaktılar yıktılar.
Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim eşekler tarlayı talan etti.
Gün geçmiş, ağanın evine girip soymuşlar, her tarafı kırmışlar.
Ağa’ya gelmişler, ağa senin evin her dolabını soyup kaçmışlar.
Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim itler evi dağıtmış soymuştur.
Gün gelmiş ağanın gelinini yolda taciz edip laf atmışlar.
Ağa’ya gelip, Ağa senin namusuna gelinine göz koymuşlar yolda gelinine arkadan mıncık atmışlar (elle taciz).
Ağa: Ne edek adam mı öldürek sayaram kendi hovardalığıma.
Altıncı hikaye…
Padişahın avanak bir oğlu varmış, geri zekalı.. Bu şehzade çok cahil yarın padişah olursa işimiz nice olur deyip bir tedbir almışlar. Avanak şehzadeyi bir akşam alimler meclisine sokmaya karar vermişler. Alimler konuşurken dinler düşünür öğrenir, alimlerden feyz kapar, demişler.
Alimler meclisi felsefe sanat konuşurken avanak şehzade lafın ortasında çok gereksiz ve çok saçma bir laf söyler: Bir ok attım kebap oldu..
Padişahın dalkavuk’u bir alim bu utanç verici cahillik karşısında şaşırır ve bu saçma sapan sözü toparlamaya çalışır, üstadlar, şehzademiz bu sözle, bir ok atmış, tavşanı vurmuş, ve tavşanın etini kebap edip yediğini anlatmaya çalışıyor.
Vaziyet biraz kurtarılmışa benziyor, alimler tekrar ilmi sohbetlerine devam etmişler. Bir müddet sonra avanak şehzade yine ortaya saçma sapan bir söz atar: Bir ok attım sütlaç oldu.
Padişahın dalkavuğu, içinden eyvah bu sözü nasıl toparlayacağız, demiş.. Ve kendince bu anlamsız sözleri bir şeylere uydurmaya ‘anlamlandırmaya’ çalışmış.
Üstadlar, şehzademiz burada bir ok atmış, dişi bir keçiyi vurmuş, keçinin sütüyle sütlaç yaptım, demek istiyor.
Diğer alim ortaya atılmış, olmaz, demiş, ölmüş keçinin sütü murdardır içilmez. Derken alimler ölmüş keçinin sütü helal mi haram mı diye başka bir boş tartışmanın içine düşmüş.
Nerdeyse alimler bu sözü toparlamak için birbirini öldürecek.
Derken, bir kenarda olup biteni sessizce izleyen başka gün görmüş bir alim, ‘efendiler, siz daha süt bahsinde anlaşamadınız, daha bunun pirinci var şekeri var.’
Bir başka hikaye birlikte okuyalım:
Aksak Timur’un Anadolu’yu işgalinde,
ordusunda filler de varmış. Bunlardan
birini, tarlada hizmet amacıyla köylülere
armağan etmiş.
Fil, tüm ekinleri talan etmeye başlayınca,
köylüler soluğu, Timur ile arası iyi olan
Nasrettin Hoca’nın yanında almışlar.
-Bu fil bizi mahvedecek. Timur’a gidip,
fili geri almasını bizim adımıza rica
edebilir misin, ya Hoca?
Nasrettin Hoca düşünmüş, taşınmış.
Bu adamlara da bir türlü güvenmezmiş…
-Tek bir şartla! demiş. Benimle birlikte
Timur’un otağına varacaksınız; ben de
sizin adınıza konuşacağım.
Köylüler kabul etmişler. Birlikte Timur’un
otağına varmış, huzura kabul edilmişler…
Daha doğrusu Nasrettin Hoca öyle sanmış.
Astığı astık, kestiği kestik Aksak Timur
seslenmiş:
-Söyle Hoca, dileğin nedir?
-Ben köylünün adına geldim, efendimiz!
demiş Nasrettin Hoca. Onların derdine
tercüman olmaktır dileğim.
Diyorlar ki…
Nasrettin Hoca, kolunun çemberi ile köylüleri
işaret etmek üzere şöyle bir yarım dönmüş ki;
o da nesi?
Ardında hiç kimse yok!
Yarı bele kadar eğilmiş ve:
-Diyorlar ki, diye devam etmiş…
armağan ettiğiniz fil, öyle hayırlı, uğurlu
ve yararlı bir hayvanmış ki…
Ondan bir tane daha köye armağan etmenizi
talepten utanç duyuyorlar. Kerem edin,
köyümüze bir tane daha gönderin
Aksak Timur’la Nasreddin hoca’dan
beri nedense;
Anadolu’nun insanının aynı refleksi
verdiğini hayretle izliyoruz..
Manevi âleme açılan o kapılar kapandı.
Asıl kapıları yitirip.
Ya keramet beklediğimiz, rızk kapısı
zannettiğimiz,
bizi şükrü unutturan yöneticilerin,
iktidarda olanların
kapı eşiklerinde aranan umut kapıları…
yaşadığımız toplumda.
Kapalı kapılar ardında güce
ve iktidara karşı hep isyankar ve hoşnutsuz,
iktidardan.yönetenden ve hükmedenden
biteviye dert yanan;ama yine de garip
bir şekilde,o iktidar sahiplerine övgüler
yağdıran,dalkavukluk ,yağcılık yapan,
“giden ağam,gelen paşam”diyen,
omurgasız duruşu yaşam biçimi haline getiren,
sırtını okşamayla takla atmada
beis görmeyen ,
“nokta kadar menfaat için virgül
kadar eğilen “,acı çektikçe,
o acı çektirenlere
daha da akıl almaz bir biçimde
aşkla bağlanan,
hatta tapınan bir yaklaşım…
Bir anlaşılmaz muamma!..
Türk toplumunun garip bir profili!..
Bir akademisyen arkadaşımın bu konuda
güzel bir sözü var ,ama o söz bende saklı kalsın!..
Bilen biliyor zaten!..
Hani son zamanlarda moda deyim var ya…
“Sözün bittiği yerdeyiz” diye!…
İçinde yaşadığımız bu olaylar aklımıza geldikçe;
kalan ömrümüz de,hep Nasreddin hocayı
Aksak Timurun fillerini anacağız.
Ne diyim!..
Sen çok yaşa Nasreddin hoca!…
Sen çok yaşa Aksak Timur!..
ve de siz çok yaşayın Timur’un sevimli filleri.
Zinhar başımızdan, aramızdan eksik etmesin.
Tüm yapılanları, bu yaşananları,
Tüm haksızlıkları Allaha havele ediyoruz!..
Dalkavukluk, yalakalık sadece siyasete mi özgü sanıyorsunuz. Akademik camiaya gelin, her gün çeşit çeşit örneklerini görürsünüz …Hem de ne örnekler!..vallahî hafızalanız almaz…Sadece
“Şeyh uçmaz, müridi uçurur”derler ya!…Bizim mürit bir üst ‘level (* )’a geçmiş haberi yok..Adam yalakalığın/dalkavukluğun son aşamasında.Kendi uçmuş…Ama ne uçuş! Nirvana!.. “yalakalığın sonu ayakçılık” haberi yok!…Alın size tanık olduğum yalaka hikayesi , ama nirvanalık anlamında en çarpıcısı……
Kurucu Rektörümüz ile birlikte; Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve aynı zamanda Tavşanlı Meslek Yüksekokul Kurucu Müdürü olarak Gediz’ de bir açılış törenine katılmıştım. Açılış töreninde teşrifatçılık görevini üstlenmiş (cazgır); Rektöre , Arapça, Farsça ,Türkçe karışık methiyeler düzüyordu…Ama ne methiyeler…Protokolde Yanımda oturan hem yönetici hem de Öğretim Üyesi bir arkadaş yüksek sesle sunuculuk yapan Zat-ı muhtereme “Oldu olacak bir de “Vahdet-i vücûdumuzun hikmeti de sensin” diye söyle de tam olsun” dedi. Tüm protokol de olanlar gülmekten kendilerini alamadı….Rektör kürsüye geldiğinde Zat-ı muhtereme “yalakalığın sonu ayakçılık” mealinde satır aralarında göndermeler yaptı. Zatı_ı muhterem o uçuş sonrasında, Rektörün kendisine yönelik O Kinayeli konuşmasından ders almış mıdır hep merak ederim…
(* )Bu kelime özellikle İngilizce yazılmıştır. Hani sözüm ona!… Çok bilimsel olduğunu belirtmek için, Türkçe kelimelerin arasına, İngilizce kelimeleri serpiştirerek konuşan, “kerameti kendinden menkul” akademisyenler için…(16 ocak 2014)
Son Söz: Bir ülkede her türlü: Yolsuzluk, Hukuksuzluk, Adaletsizlik, Kayırmacılık, Milliyetçilik ( SAHTE Milliyetçilik) adı altında ve arkasında aklanıyorsa, O ülke sefilliğe batar… GERÇEK Vatanseverlik, ülkesi için Hukuk, Adalet ve Liyakat istemekle başlar..Gün gelecek, pozisyon değil prensip, laf değil eylem, bireysel konum değil toplumsal fayda, tercih değil ödev, yetki değil sorumluluk asıl olacak.
Gerçekten büyük olmayan “büyük adamlar” çevrelerini küçük adamlarla doldururlar.
“Esas olan, Sadece yaşamak değil, İnsana yakışır şekilde ve Onurlu yaşamaktır. Teslim olmadan, Boyun eğmeden, Sürünmeden, El etek öpmeden yaşamak…”
————————–
Referans:
(*)Radikal Blog‘ da ki Denemelerimden (7)
(**) Alev Alatlı,Fesüphanallah,Nasihatname 1,s.16.
This Post Has 0 Comments