Skip to content

Sismik Sessizlik: Türkiye’de Şirket Kapitalizmi Gölgesinde Deprem Gerçeği…

İlk Söz:

“Faydan uzak olunca etkisini az hissederim”. Faydan uzaklıktan daha önemli olan fayın yarattığı enerjinin sizin bulunduğunuz zeminde yarattığı ivmedir diğer bir deyişle, bir depremin etkisini ne kadar uzakta olduğumuzdan ziyade, o fay hattının kırılmasıyla ortaya çıkan enerjinin bizim bulunduğumuz zeminde oluşturduğu sarsıntının (ivmenin) daha belirleyici olduğu gerçeğidir.

İstanbul depremi konuşuluyor evet ama asıl görmezden gelinen/gelinmek istenen: Türkiye’nin dört bir yanındaki yapısal sorunlar ve şirket kapitalizminin yarattığı devasa riskler! kafanızı çevirdiğinizde hemen gözünüze çarpan bu dalgalanmaların tamamı, -eskisini yıkıp yerine yenisinin yapıldığı bir binayı gözünüzün önünde canlandırın- aynı tezgâhta imal edilmiş bir taşıyıcı kolon sisteminin türevleri. Kenarda yıkılan binanın cürufu, beride kat kat yükselen yeni binanın henüz duvarları bile örülmemiş odaları duruyor.Asıl büyük deprem, rant uğruna görmezden gelinen bu ihmallerin sonucu olacak!…

Özet

Bu çalışma, Türkiye’deki deprem riskinin şirket kapitalizmi bağlamında nasıl araçsallaştırıldığını, inşaat temelli büyüme modelinin kırılgan kentleşme yapıları üzerindeki etkisini ve kamusal sorumluluğun özel sektör lehine nasıl eritildiğini ele almaktadır. 1999 Gölcük depreminin ardından kurumsal refleksler yeniden yapılandırılmış; ancak bu yapı, neoliberal ekonomi politiğin gölgesinde daha da sarsılmıştır. Makale, kentleşmenin, afet yönetiminin ve sermaye birikim stratejilerinin nasıl iç içe geçtiğini göstermeyi amaçlamaktadır. Ayrıca bu çalışma şirket kapitalizminin deprem hazırlık ve müdahale süreçlerindeki etkileri, sismik sessizlik olgusu üzerinden analiz edilmektedir. Çalışma da ayrıca zaman zaman gündeme gelen hassas bir konu olan “Çok büyük deprem olacak” korkusu yaratarak rant elde etme çabası özellikle İstanbul gibi büyük ve riskli bir metropol özelinde ele alınarak bu tür söylemlerin hem toplumsal psikoloji hem de ekonomik çıkarlar açısından da dikkat çekilmektedir. Çalışma kâr odaklı yaklaşımların risk yönetimi, yapı denetimi ve kentsel dönüşüm gibi kritik alanlarda yarattığı sorunlara odaklanmakta ve daha dirençli bir toplum için alternatif politikalar önermektedir.

Anahtar Kelimeler: Deprem, şirket kapitalizmi, sismik sessizlik, risk yönetimi, yapı denetimi, kentsel dönüşüm, Türkiye.

Giriş

Türkiye, Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerinde konumlanması nedeniyle, geçmişten günümüze yıkıcı depremlerle sıklıkla yüzleşmiş bir ülkedir. Bilimsel bir veri olmanın ötesinde, bu acı gerçek toplumsal bilinçte ve kamu politikalarında yeterince içselleştirilememektedir. Deprem riski retorik düzeyde kabul görse de, ekonomik kalkınma öncelikleri ve kısa vadeli çıkarlar, yapılaşma süreçlerinde gereken hassasiyetin gösterilmesini sıklıkla engellemektedir. Bu jeolojik zorunluluk, deprem risk yönetimi ve güvenli yapılaşmayı ulusal kalkınma stratejilerinin ve kamu politikalarının en öncelikli konuları arasına yerleştirmeyi gerektirmektedir. Ancak, son yıllarda Türkiye ekonomisinin itici güçleri olan turizm, inşaat ve tekstil (TİT) sektörlerindeki hızlı büyüme, özellikle yapılaşma alanında potansiyel riskleri ve denetim mekanizmalarındaki olası yapısal sorunları beraberinde getirebilmektedir. Bu durum, ekonomik kalkınma hedefleri ile yaşam hakkının korunması arasındaki hassas dengeyi daha da kritik bir noktaya taşımaktadır.

Bu çalışma, doğal bir olayın sosyo-ekonomik ve politik faktörlerin etkisiyle nasıl büyük bir afete dönüştüğünü anlamayı amaçlamaktadır. Şirket kapitalizminin rekabetçi ve kâr odaklı yapısının, inşaat sektöründe maliyet düşürme ve hızlı üretim kaygılarıyla yapı kalitesinden ödün verilmesine yol açıp açmadığı, denetim mekanizmalarının etkinliğini zayıflatıp zayıflatmadığı ve rant odaklı uygulamaların yaygınlaşıp yaygınlaşmadığı gibi sorular, bu çalışmanın temel araştırma eksenini oluşturmaktadır. Her deprem sonrasında yaşanan can kayıpları ve ekonomik yıkımın, bazı kesimler için adeta bir “iş modeli”ne dönüşmesi ve yeniden inşa süreçlerinde yeni rant alanlarının yaratılması olasılığı, etik ve toplumsal açıdan derin kaygılar uyandırmaktadır. Türkiye’deki TİT sektörlerinin ekonomik büyüme potansiyeli ile deprem güvenliği arasındaki olası çatışma alanları ve bu çatışmaların yapılaşma süreçlerindeki yansımaları detaylı bir şekilde analiz edilecektir. Çalışmada, mevcut yasal düzenlemeler, denetim mekanizmaları, sektördeki aktörlerin rolleri ve sorumlulukları, ekonomik teşviklerin ve politikaların deprem güvenliği üzerindeki etkileri gibi çeşitli faktörler ele alınacaktır. Ayrıca, uluslararası iyi uygulama örnekleri ve bilimsel araştırmalar ışığında, Türkiye’deki mevcut durumu iyileştirmeye yönelik somut politika önerileri sunulması hedeflenmektedir. Nihai amaç, ekonomik kalkınma hedefleriyle deprem güvenliği önceliklerinin bir arada yürütülebileceği sürdürülebilir bir yapılaşma modelinin oluşturulmasına katkıda bulunmaktır. Türkiye ekonomisinin temel taşlarından olan turizm, inşaat ve tekstil (TİT) sektörleri, ülkenin kalkınma sürecinde yadsınamaz bir öneme sahiptir. Bu sektörlerin ekonomik büyüme, istihdam, döviz girdisi ve bölgesel kalkınmaya olan katkıları tartışılmazdır. Ancak, bu sektörlerin potansiyelinin tam olarak gerçekleştirilebilmesi ve uzun vadeli sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için bazı kritik adımların atılması gerekmektedir. Bu bağlamda, Türkiye özelinde şirket kapitalizminin yükselişi ve bunun inşaat sektörü üzerindeki etkileşimi derinlemesine incelenerek, deprem güvenliği açısından ortaya çıkan sorunlar ve riskler analiz edilmektedir. Yaygın bir kabul gören “deprem öldürmez, bina öldürür” önermesi, bu çalışmanın temel epistemolojik çerçevesini oluşturmaktadır. Bu doğrultuda, yapı üretim süreçlerinde yer alan aktörlerin sorumlulukları, uygulanan denetim mekanizmalarının etkinliği ve olası ihmallerin nedenleri çok boyutlu bir yaklaşımla ele alınacaktır. Kimlerin yeni yapıları inşa ettiği, bu yapıların hangi standartlara göre ve kimler tarafından denetlendiği ve en önemlisi, olası yapısal eksikliklere veya mevzuata aykırılıklara kimlerin göz yumduğu soruları, Türkiye’deki deprem gerçeğini anlamak ve çözüm önerileri geliştirmek açısından merkezi bir öneme sahiptir.

“Deprem öldürmez, bina öldürür.” Peki, bu binaları kim inşa ediyor? İnşa sürecini kimler denetliyor? Mevzuata aykırılıklara kimler göz yumuyor? Türkiye bir deprem ülkesidir; bu gerçek, ilkokul sıralarında öğretilen bir slogan olmaktan öteye geçememiştir. Zira sorun artık yalnızca bir doğa olayı değildir; asıl mesele, bu doğa olayını afete dönüştüren ekonomi politiğin ta kendisidir. Şirket kapitalizminin gölgesinde, her yıkım bir “iş modeli”ne, her can kaybı bir kâr hanesine yazılmaktadır.

1. Neoliberal Dönüşüm ve İnşaatla Büyüme Modeli

Türkiye’nin deprem kuşağında yer alması ve geçmişte yaşanan yıkıcı sismik olaylar göz önüne alındığında, “sismik sessizlik” olarak kavramsallaştırılan mevcut risk yönetimi açmazının aşılması ve toplumsal direncin artırılması imperatif bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, şirket kapitalizminin kâr maksimizasyonu odaklı dinamiklerinin yapısal etkilerini minimize edecek ve kamu yararını önceleyecek alternatif politika stratejilerinin geliştirilmesi ve uygulanması elzemdir.

1. 1.Şeffaf ve Hesap Verebilir Yönetişim Mekanizmaları:

Sismik risk yönetimi ve deprem sonrası müdahale süreçlerinin etkinliği, kamu yönetiminin şeffaflığı ve hesap verebilirliği ile doğrudan ilişkilidir. Bu çerçevede, depremle ilgili politika formülasyonu, uygulama süreçleri ve kaynak tahsisi gibi tüm aşamaların kamu denetimine açık olması ve karar alıcıların eylemlerinden sorumlu tutulabilirliği sağlanmalıdır. Kamuoyunun zamanında ve doğru bilgilendirilmesi, sivil toplum örgütlerinin katılımının teşvik edilmesi ve çok paydaşlı yönetişim modellerinin benimsenmesi, güven tesis etmenin ve politika süreçlerinin meşruiyetini artırmanın temel unsurlarıdır.

1.2. Güçlendirilmiş ve Bağımsız Yapı Denetim Sistemi:

Yapı güvenliğinin teminatı olan yapı denetim mekanizmalarının etkinliği, sismik riskin azaltılmasında kritik bir role sahiptir. Bu doğrultuda, yapı denetim firmalarının kamusal otorite tarafından düzenlenmesi ve finansal bağımsızlıklarının güvence altına alınması gerekmektedir. Denetim süreçlerinde şeffaflığın artırılması, uluslararası standartlara uyumun sağlanması ve niteliksiz uygulamalara karşı caydırıcı ve sistematik yaptırımların uygulanması zorunludur. Ayrıca, denetim süreçlerinin teknolojik altyapısının güçlendirilmesi ve sürekli mesleki gelişim programlarının hayata geçirilmesi, denetim kalitesinin artırılması açısından önem arz etmektedir.

1.3. Kamu Yararını Önceleyen Kentsel Dönüşüm Paradigmaları:

Kentsel dönüşüm projeleri, mevcut yapı stokunun sismik risklere karşı güçlendirilmesi ve yaşanabilir kentlerin oluşturulması için önemli bir araç olarak değerlendirilmelidir. Ancak, bu süreçlerin rant odaklı yaklaşımlardan arındırılması, yerel halkın aktif katılımının sağlanması ve mevcut sosyal ve kültürel dokunun korunması temel ilkeler olmalıdır. Kamu arazileri ve kaynakları, spekülatif amaçlarla değil, öncelikle düşük gelirli grupların ve risk altındaki bölgelerin güvenli ve uygun maliyetli konut ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olarak kullanılmalıdır. Bu bağlamda, katılımcı planlama süreçlerinin ve sosyal etki değerlendirmelerinin kentsel dönüşüm projelerinin ayrılmaz bir parçası haline getirilmesi gerekmektedir.

4. Etkin Sismik Risk Yönetimi ve Afet Müdahale Kapasitesinin Geliştirilmesi:

Deprem risk yönetimi, sadece yapısal önlemleri değil, aynı zamanda olası bir depremin etkilerini en aza indirecek kapsamlı bir stratejiyi içermelidir. Bu strateji, bilimsel verilere dayalı risk haritalaması, erken uyarı sistemlerinin kurulması, toplumun deprem bilincinin artırılmasına yönelik eğitim ve farkındalık çalışmaları ile etkin bir afet müdahale planını kapsamalıdır. Afet müdahale süreçlerinde merkezi ve yerel yönetimler arasındaki koordinasyonun güçlendirilmesi, yeterli finansal kaynak ayrılması ve gönüllülük esasına dayalı, yerel inisiyatifleri destekleyen bir müdahale sisteminin oluşturulması hayati öneme sahiptir. Ayrıca, psikolojik destek hizmetlerinin afet sonrası süreçlere entegre edilmesi, toplumsal iyileşme sürecini hızlandıracaktır.

Bu alternatif politika önerileri, Türkiye’nin sismik risk gerçeğiyle daha etkin bir şekilde başa çıkabilmesi ve gelecekteki depremlerin yıkıcı etkilerini minimize edebilmesi için kritik öneme sahiptir. Şirket kapitalizminin kâr odaklı yaklaşımının sınırlandırılması ve kamu yararını önceleyen bir yönetim anlayışının benimsenmesi, daha dirençli ve güvenli bir toplum inşa etmenin temelini oluşturacaktır.

2. Deprem ve Rantsal Yeniden Yapılanma: Yıkımdan Sermaye Üretmek

Şirket kapitalizmi, temelinde ekonomik büyüme ve hissedar değeri maksimizasyonunu önceleyen bir sistem olarak, Türkiye’deki neoliberal dönüşümün ivme kazandığı son yıllarda kamu politikalarının şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Deprem gibi hayati bir konuda dahi bu ekonomik modelin öncelikleri, politika ve uygulamaları derinden etkileyerek yapısal kırılganlıkları artırmakta ve afet sonrası süreçleri karmaşıklaştırmaktadır. Aşağıdaki alt başlıklar altında bu etkinin farklı boyutları detaylandırılacaktır.

2.1. Yapı Denetim Sürecinde Bağımsızlık Sorunu ve Kalite Açığı

Yapı denetimi sistemi, teorik olarak binaların depreme karşı güvenli bir şekilde inşa edilmesinin güvencesi olması gerekirken, Türkiye özelinde şirket kapitalizminin yarattığı rekabetçi ve kâr odaklı ortamda ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıyadır. 1999 Gölcük depremi sonrası hayata geçirilen yapı denetimi reformları, pratikte denetim firmalarının müteahhitlerle kurduğu ticari ilişkiler nedeniyle bağımsızlığını yitirmesine engel olamamıştır. Denetim firmalarının varlıklarını sürdürebilmeleri ve kâr elde edebilmeleri, büyük ölçüde müteahhitlerin tercihlerine bağlı hale gelmiştir. Bu bağımlılık durumu, denetim süreçlerinde nesnelliğin ve titizliğin azalmasına, maliyetleri düşürme ve inşaat süreçlerini hızlandırma baskısı altında standart dışı malzeme ve uygulamalara göz yumulmasına neden olabilmektedir (Ersoy, 2010).

Rekabetin yoğun olduğu inşaat sektöründe, denetim firmaları müteahhitlerden iş alabilmek için adeta bir yarış içine girmekte, bu durum da denetim ücretlerinin düşmesine ve dolayısıyla denetim kalitesinin olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır. Kâr maksimizasyonu odaklı bu sistemde, denetim firmaları için maliyetleri minimize etmek ve süreci hızlandırmak öncelikli hale gelebilmekte, bu da detaylı incelemelerin ve potansiyel risklerin göz ardı edilmesine zemin hazırlayabilmektedir. 2011 Van ve 2020 Elazığ depremlerinde ortaya çıkan yıkımlar, etkin bir denetim mekanizmasının varlığına rağmen, uygulamadaki zafiyetleri ve bağımsızlık sorunlarını açıkça göstermiştir. Bu depremler, denetim raporlarındaki olası eksiklikleri ve yetersizlikleri, sonuçları itibarıyla trajik bir şekilde ortaya koymuştur. 2023 Kahramanmaraş merkezli depremler ise, yıllardır süregelen bu yapısal sorunların en acı sonuçlarını gözler önüne sermiş, denetim sistemindeki çürümüşlüğün binlerce insanın hayatına mal olan bir felakete dönüşmesinde önemli bir rol oynamıştır.

2.2. Kentsel Dönüşümün Rant Odaklı Uygulamaları ve Sosyal Sonuçları

Kentsel dönüşüm projeleri, teoride riskli yapı stokunu yenileyerek depreme dayanıklı yaşam alanları oluşturmayı amaçlasa da, şirket kapitalizminin egemen olduğu bir ortamda sıklıkla rant elde etme ve yatırım fırsatları yaratma aracı olarak ön plana çıkmaktadır. Özellikle merkezi ve değerli bölgelerdeki kentsel dönüşüm projelerinde, ekonomik kaygılar sosyal ve çevresel faktörlerin önüne geçebilmektedir (Harvey, 2003). Yerel yönetimlerin ve merkezi hükümetin bu projeleri desteklemesindeki temel motivasyonlardan biri, ekonomik canlanma ve yeni yatırım alanları yaratmaktır. Ancak bu durum, mevcut toplumsal dokunun zarar görmesine, düşük gelirli kesimlerin yerlerinden edilmesine ve eşitsizliklerin derinleşmesine yol açabilmektedir.

Kentsel dönüşüm süreçlerinde, proje geliştiricilerinin ve müteahhitlerin kâr maksimizasyonu odaklı yaklaşımları, daha yoğun yapılaşmaya, yeşil alanların azalmasına ve altyapı sorunlarının göz ardı edilmesine neden olabilmektedir. Yerel halkın katılımının yetersiz olduğu, şeffaflıktan uzak ve tepeden inme uygulamalar, mülkiyet haklarının ihlali ve sosyal adaletsizlik gibi sorunları beraberinde getirebilmektedir. Riskli yapıların dönüştürülmesi gerekliliği tartışılmaz olmakla birlikte, bu sürecin şirket kapitalizminin dar çıkarları doğrultusunda yürütülmesi, deprem güvenliğini sağlama amacının gölgede kalmasına ve yeni risk alanlarının yaratılmasına neden olabilmektedir. Örneğin, zemin etüdleri yeterince yapılmadan, yoğun ve yüksek katlı binaların inşa edilmesi, uzun vadede deprem riskini azaltmak yerine artırabilmektedir.

2.3. Risk Yönetimi ve Afet Müdahalesinde Kamu Kapasitesinin Zayıflaması ve Ticarileşme Eğilimleri

Etkin bir deprem risk yönetimi ve afet müdahale sistemi, güçlü bir kamu kapasitesi, yeterli kaynak ayırımı, bilimsel verilere dayalı uzun vadeli planlamalar ve kurumlar arası koordinasyonu gerektirmektedir. Ancak şirket kapitalizminin etkisiyle kamu kaynaklarının farklı ekonomik önceliklere yönlendirilmesi, özelleştirme politikaları sonucu zayıflayan kamu kurumları ve afet müdahale süreçlerinde kâr odaklı yaklaşımların artması, bu sistemin etkinliğini ciddi şekilde zedeleyebilmektedir (Klein, 2007).

Özellikle afet sonrası müdahale ve iyileştirme süreçlerinde, özel sektörün rolünün artırılması ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi eğilimi, ihtiyaç sahibi vatandaşların mağduriyetini artırabilmekte ve eşitsizlikleri derinleştirebilmektedir. Kâr amacı güden kuruluşların önceliği, toplumsal ihtiyaçlar yerine ekonomik kazanç olduğundan, afetzedelere yönelik hizmetlerin kalitesi düşebilmekte ve maliyetler artabilmektedir. Ayrıca, risk azaltma çalışmalarına yeterli yatırım yapılmaması, kısa vadeli ekonomik çıkarların uzun vadeli güvenlik önlemlerinin önüne geçirilmesi gibi durumlar, deprem öncesi hazırlıkların yetersiz kalmasına ve dolayısıyla can kayıplarının ve ekonomik hasarın artmasına neden olabilmektedir. Şirket kapitalizminin rekabetçi ve maliyet odaklı yapısı, kamu kurumlarının uzun vadeli planlama ve koordinasyon yeteneklerini de olumsuz etkileyebilmekte, bu da bütünleşik bir risk yönetimi anlayışının hayata geçirilmesini zorlaştırmaktadır.

Bu detaylı analiz, şirket kapitalizminin Türkiye’deki deprem politikaları üzerindeki çok yönlü ve derin etkilerini ortaya koymaktadır. Yapı denetimindeki bağımlılık sorunlarından, kentsel dönüşümün rant odaklı uygulamalarına ve risk yönetimi ile afet müdahalesindeki kamu kapasitesinin zayıflamasına kadar pek çok alanda, bu ekonomik modelin öncelikleri deprem güvenliği ve toplumsal refahın önüne geçebilmektedir. 2023 Kahramanmaraş depremlerinin acı sonuçları, bu yapısal sorunların ne denli hayati olduğunu ve köklü politika değişikliklerinin kaçınılmaz olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

3. Afet Yasaları ve Mevzuatın Sermaye Lehine Kullanımı

6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, afet riskini azaltmak yerine, rant odaklı kentsel projelere yasal zemin hazırlamıştır. Afet bahanesiyle yapılan projelerde mülkiyet hakkı zedelenmiş, sosyal konut yerine lüks konutlar inşa edilmiştir. Kentsel dönüşüm, sosyal adaleti değil, sermaye birikimini öncelemiştir.3
fet yasaları ve mevzuatı, deprem gibi büyük felaketlerin ardından yeniden yapılanma süreçlerinde önemli bir rol oynar. Ancak bu yasaların sermaye lehine kullanılması ve depremzedelerin haklarının göz ardı edilmesi gibi durumlar da yaşanabilir.

3.1.Mevcut Durum ve Eleştiriler:

Türkiye’de afetlere yönelik çeşitli yasalar ve mevzuatlar bulunmaktadır. Bunlar arasında en önemlileri 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’dur. 1 Bu yasalar, afet bölgelerindeki yapıların güvenli hale getirilmesi, hasar görenlerin barınma ihtiyaçlarının karşılanması ve bölgenin yeniden imarı gibi amaçları taşır.  

1. www.evrensel.net

www.evrensel.net

Ancak uygulamada, bu yasaların sermaye çevrelerinin çıkarlarına hizmet ettiği ve depremzedelerin mağduriyetini artırdığı yönünde eleştiriler bulunmaktadır. Özellikle 6306 sayılı yasa, “riskli alan” ilan edilen bölgelerde özel sektörün geniş yetkilerle donatılmasına ve mülkiyet haklarının kısıtlanmasına olanak tanıdığı için tartışmalara yol açmaktadır.

3.2.Deprem Sonrası Uygulamalar ve Sermaye Lehine Kullanım İddiaları:

Son büyük depremlerin ardından afet bölgelerinde yürütülen yeniden yapılanma çalışmaları, bu eleştirileri daha da alevlendirmiştir. Özellikle:

3.3.Yardım ve Desteklerin Dağıtımı: Depremzedelere yönelik sağlanan yardım ve desteklerin dağıtımında yaşanan eşitsizlikler ve gecikmeler, mağduriyetleri artırırken, sermaye sahibi kesimlerin daha hızlı ve kolay bir şekilde toparlanma imkanı bulduğu iddiaları da gündeme gelmektedir.

3.4.Acele Kamulaştırma Kararları: Deprem bölgelerinde hızlı bir şekilde konut yapımına başlanması amacıyla çıkarılan acele kamulaştırma kararları, mülkiyet sahiplerinin itiraz haklarını kısıtlayarak ve piyasa değerinin altında bedellerle arazilerinin el değiştirmesine neden olabilmektedir. Bu durum, yerel halkın mağduriyetine ve sermaye çevrelerinin lehine bir durumun ortaya çıkmasına yol açabilmektedir.

3.5.İmar Planları ve Değişiklikleri: Deprem bölgelerinde hazırlanan yeni imar planları ve yapılan değişiklikler, genellikle büyük inşaat şirketlerinin ve yatırımcıların çıkarlarını ön planda tuttuğu yönünde eleştirilmektedir. Daha yoğun yapılaşmaya izin verilmesi, yeşil alanların ve kamu arazilerinin imara açılması gibi uygulamalar, bölgenin sosyal ve çevresel dokusunu bozabileceği gibi, rant elde etme amacını da taşıyabilmektedir.

3.6.Yapı Denetimi ve Mevzuat Gevşeklikleri: Deprem sonrası süreçte, hızlı konut üretimi gerekçesiyle yapı denetimi süreçlerinde gevşemeler yaşanabileceği endişesi bulunmaktadır. Bu durum, kalitesiz ve güvensiz yapıların ortaya çıkmasına ve gelecekteki depremlerde daha büyük felaketlere yol açma riskini artırabilir. Aynı zamanda, inşaat sektöründeki bazı firmaların maliyetleri düşürme ve kar marjlarını artırma çabalarına zemin hazırlayabilir.

4. Kurumsal Sorumluluk, Kamusal Sessizlik

Türkiye’de deprem gerçeği, sismik sessizliğin gölgesinde varlığını sürdürürken, afet yönetimi anlayışındaki yapısal sorunlar ve kurumsal sorumluluk eksiklikleri bu riski daha da derinleştirmektedir. Özellikle Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) üzerinden şekillenen afet yönetimi pratiği, kurumsal sorumluluk ve kamusal sessizlik bağlamında ciddi eleştirilere konu olmaktadır. AFAD’ın giderek merkeziyetçi ve bürokratik bir yapıya evrilmesi, afet yönetimi alanında hayati öneme sahip olan sivil inisiyatiflerin ve yerel örgütlenmelerin etkinliğini gözle görülür biçimde azaltmıştır. Bu tek merkezli yaklaşım, afetlere hazırlık sürecinin en temel unsuru olan yerel dinamiklerin potansiyelini köreltmekte ve riskleri artırmaktadır.

Merkeziyetçilik ve Bürokrasinin Yarattığı Sorunlar

Çalışmamızın bu bölümünde altı çizilmesi gereken en kritik noktalardan biri, AFAD’ın afet yönetimini “merkeziyetçi ve bürokratik bir yapıya teslim etmiş” olmasıdır. Bu tespit, karar alma mekanizmalarının tek bir otoriteye yoğunlaştığı, yerel aktörlerin ve bölgeye özgü ihtiyaçların yeterince dikkate alınmadığı bir yönetim modeline işaret etmektedir. Afetler, doğası gereği anlık ve bölgesel farklılıklar gösteren olaylardır. Bu nedenle, müdahale ve hazırlık süreçlerinde esneklik, hızlı karar alma ve yerel bilgiye dayalı çözümler hayati önem taşır. Ancak bürokratik süreçlerin hakim olduğu merkeziyetçi bir yapı, bu gereklilikleri karşılamakta yetersiz kalabilir. Kararların Ankara’da alınması ve yerel birimlere talimatlarla iletilmesi, zaman kaybına, yanlış değerlendirmelere ve dolayısıyla afet anında etkin müdahalenin gecikmesine veya sekteye uğramasına neden olabilir. Ayrıca, bürokratik katılık, yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının (STK) kendi kapasitelerini kullanarak hızlı ve yaratıcı çözümler üretmesinin önünde bir engel teşkil edebilir.

Sivil İnisiyatiflerin ve Yerel Örgütlenmelerin Bastırılması: Bir Güven Krizi

Merkeziyetçi yapının kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkan “sivil inisiyatifler ve yerel örgütlenmeler bastırılmıştır” iddiası, afet yönetimi açısından derin bir güvensizlik ortamına işaret etmektedir. Afetlere hazırlık ve müdahale süreçlerinde, yerel halkın ilk müdahale kapasitesi, bölgeye olan hakimiyeti ve gönüllülük esasıyla hareket eden STK’ların dinamizmi paha biçilmezdir. Yerel bilgi birikimi, kültürel hassasiyetler ve hızlı örgütlenme yetenekleri, afet yönetiminin başarısını doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu aktörlerin merkezi bir otorite tarafından yönlendirilmeye çalışılması, onların potansiyelini tam olarak kullanmalarını engellediği gibi, motivasyonlarını da düşürebilir. Dahası, sivil inisiyatiflerin ve yerel örgütlenmelerin devre dışı bırakılması, afetzedelerin ihtiyaçlarının doğru ve zamanında tespit edilmesini zorlaştırabilir, yardımların etkin bir şekilde dağıtılmasının önüne geçebilir ve toplumsal dayanışma ruhunu zedeleyebilir. Bu durum, afet sonrası iyileşme sürecini de olumsuz etkileyerek, toplumsal travmanın derinleşmesine yol açabilir.

Afetlere Hazırlığın Yerelde Başlaması Zorunluluğu

“Oysa afetlere hazırlık yerelde başlar” ilkesi, modern afet yönetiminin temelini oluşturmaktadır. Afet riski taşıyan bölgelerdeki yerel yönetimlerin, sivil toplumun ve vatandaşların bilinçlendirilmesi, eğitilmesi ve hazırlık faaliyetlerine aktif katılımı, afetlerin olası yıkıcı etkilerini en aza indirmenin yegane yoludur. Yerel risk analizlerinin yapılması, erken uyarı sistemlerinin kurulması, tahliye planlarının hazırlanması, ilk yardım eğitimlerinin verilmesi ve gönüllü ekiplerin oluşturulması gibi hayati öneme sahip çalışmalar, ancak yerel inisiyatifler ve katılımcı bir yaklaşımla hayata geçirilebilir. Merkeziyetçi bir anlayış, bu yerel dinamikleri görmezden gelerek veya kontrol altına almaya çalışarak, hazırlık süreçlerinin yüzeysel kalmasına ve dolayısıyla toplumun afete karşı kırılganlığının artmasına neden olur. Yerel halkın ve STK’ların süreçlere aktif katılımı, aynı zamanda hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerinin de hayata geçirilmesini sağlayarak, afet yönetiminin kalitesini artıracaktır.

Şirket Kapitalizminin Gölgesinde Afet Yönetimi: Dayanışma Yerine Teslimiyet

Çalışmamızın en kritik ve tartışmaya açık boyutlarından birini, “şirket kapitalizminin mantığı” üzerinden yapılan afet yönetimi eleştirisi oluşturmaktadır. İddiaya göre, şirket kapitalizminin temel dürtüleri olan rekabet, kar maksimizasyonu ve bireysel çıkar önceliği, toplumsal dayanışma ve kolektif hazırlık kültürünü aşındırmaktadır. Bu ekonomik sistemin yarattığı bireyselleşme ve tüketim odaklı yaşam tarzı, afetlere karşı ortak bir bilinç ve sorumluluk geliştirilmesinin önünde bir engel teşkil edebilir. Bunun yerine, şirket kapitalizmi “teslimiyeti” (bireylerin ve toplumun kendi kendine yetme becerisinin zayıflaması, devlete ve merkezi kurumlara aşırı bağımlılık) ve “müdahaleyi” (afet sonrası ortaya çıkan ekonomik fırsatlar üzerinden rant elde etme potansiyeli) kutsamaktadır.

Bu perspektif, afetlerin sadece insani trajedilere yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda bazı sektörler için önemli ekonomik fırsatlar yarattığı gerçeğine dikkat çekmektedir. Afet sonrası yeniden inşa faaliyetleri, lojistik ve tedarik zincirleri, sigortacılık sektörü gibi alanlarda şirketlerin rolü ve karlılığı artabilir. Metinde öne sürülen iddiaya göre, bu durum, afetlere yönelik proaktif hazırlık yatırımları yerine, reaktif müdahale odaklı bir yaklaşımın benimsenmesine neden olabilir. Zira afet olduktan sonra ortaya çıkan “kriz yönetimi” söylemi, şirketler için yeni pazar alanları ve kar elde etme imkanları sunabilir. Bu durum, afetlerin önlenmesi veya etkilerinin azaltılması yönündeki uzun vadeli ve kolektif çabaların ihmal edilmesine ve kaynakların daha çok kriz anındaki müdahaleye yönlendirilmesine yol açabilir.

Şirket kapitalizminin mantığı, afet yönetimini bir kamu hizmeti ve toplumsal sorumluluk alanı olmaktan çıkarıp, ekonomik bir fırsat alanına dönüştürme riski taşımaktadır. Bu durum, afetlere karşı daha dirençli bir toplum inşa etme hedefiyle çelişmekte ve gelecekteki depremlerde yaşanacak kayıpların artmasına zemin hazırlamaktadır.

sonuç

Şirket kapitalizminin Türkiye’deki deprem politikaları üzerindeki derin etkileşimi, “sismik sessizlik” olarak tanımlayabileceğimiz tehlikeli bir durumu beslemektedir. Bu sessizlik, deprem riskinin yeterince tartışılmaması, gerekli önlemlerin ötelenmesi ve nihayetinde toplumsal güvenliğin göz ardı edilmesi anlamına gelmektedir. Bu durumun temelinde yatan nedenler açıktır: kısa vadeli ekonomik çıkarların uzun vadeli güvenlik kaygılarının önüne geçirilmesi, medya ve kamuoyunun şirket ve siyasi aktörlerin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi ve bilimsel uzmanlığın karar alma süreçlerinde yeterince değerlendirilmemesidir.

Sismik sessizliğin acı sonuçları ise kaçınılmazdır. Gerekli yapısal önlemlerin alınmaması, denetim mekanizmalarının yetersizliği ve riskli yapılaşmaya göz yumulması, deprem anında can kayıplarını ve ekonomik yıkımı katlanarak artırmaktadır. Dahası, deprem sonrasındaki iyileştirme ve yeniden yapılanma süreçleri de çoğu zaman kamu yararından ziyade şirketlerin kâr maksimizasyonu odaklı yaklaşımlarına teslim edilmektedir.

Tam da bu noktada, Türkiye gibi aktif deprem kuşağında yer alan bir ülkede, “çok büyük deprem olacak” söylemi üzerinden yaratılan korku atmosferinin karanlık bir rant kapısı araladığına dikkat çekmek elzemdir. 23 Nisan 2025 tarihinde Silivri açıklarında yaşanan 6.2 büyüklüğündeki depremin ardından yeniden alevlenen bu korku söylemleri, kentsel dönüşüm projelerinin hızlanmasına ve bazı bölgelerde spekülatif arazi hareketliliklerine zemin hazırlamıştır. Sosyalist partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının haklı olarak dile getirdiği gibi, bu süreçlerin halkın güvenliğini öncelemekten ziyade sermaye çevrelerine yeni rant alanları yaratma potansiyeli taşıdığı açıktır. Gayrimenkul sektöründen inşaat ve yapı denetim firmalarına kadar pek çok aktör, deprem korkusunu manipüle ederek ekonomik çıkar sağlamanın yollarını aramaktadır.

Deprem bir doğa olayıdır ve bu gerçeği yadsımak mümkün değildir. Ancak bu doğa olayının bu denli yıkıcı sonuçlar doğurmasının temelinde, kâr maksimizasyonu üzerine kurulu ekonomik sistem yatmaktadır. Bu sistemde, kısa vadeli kazançlar uğruna güvenlik önlemleri ihmal edilmekte, denetim mekanizmaları göz ardı edilmekte ve riskli yapılaşmaya adeta davetiye çıkarılmaktadır. Her deprem sonrasında yükselen toplumsal öfke, maalesef kısa bir süre sonra bürokratik engeller ve siyasi manevralarla etkisizleştirilmektedir. Oysa artık “doğal afet” kavramını yeniden tanımlamamız gerekmektedir. Deprem doğal olabilir; ancak bu kadar büyük bir yıkıma yol açan, kâr hırsıyla örülmüş bu çarpık sistemdir. Bu sistem sarsılmadıkça, hiçbir bina gerçekten güvenli olmayacaktır.

Türkiye’nin geleceği, yalnızca sismik haritalarda değil, aynı zamanda ekonomik tercihlerinde de gizlidir. Sismik sessizliğe karşı verilecek en etkili cevap, toplumsal bir uyanış ve bilinçli bir direniştir. Deprem riskine karşı rasyonel, bilimsel verilere dayalı ve şeffaf politikaların hayata geçirilmesi, rant odaklı değil, kamu yararını gözeten kentsel dönüşüm projelerinin uygulanması ve deprem korkusu üzerinden spekülasyon yapanlara karşı eleştirel bir duruş sergilenmesi hayati önem taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, binalarımızın güvenliği, yalnızca mühendislik hesaplarına değil, aynı zamanda adil ve sürdürülebilir bir ekonomik anlayışa da bağlıdır.

Deprem bir gerçeklik ve depreme karşı önlem almak hayati önem taşıyor. Ancak bu önlemlerin rasyonel, bilimsel verilere dayalı ve şeffaf bir şekilde alınması gerekiyor. Korku pompalayarak ve bilgi kirliliği yaratarak yürütülen çalışmaların aksine, uzmanların ve yetkili kurumların doğru ve zamanında bilgilendirme yapması, halkın bilinçlenmesi ve doğru kararlar alması açısından kritik önem taşıyor.

Deprem korkusu üzerinden rant elde etme çabalarına karşı dikkatli olmak, eleştirel bir bakış açısı geliştirmek ve güvenilir bilgi kaynaklarına itibar etmek gerekiyor. Depreme karşı alınacak önlemlerin, halkın ortak yararını gözeten, adil ve şeffaf bir şekilde hayata geçirilmesi, olası mağduriyetlerin önüne geçilmesi açısından büyük önem taşıyor.Yazının başında metafor olarak kullandığım binanın en kritik ana kolonlarını oluşturuyor…

Her deprem sonrası yükselen öfke, birkaç ay içinde bürokratik suskunlukta erir. Ancak artık “doğal afet” kavramını yeniden düşünmeliyiz. Deprem doğal olabilir; ama bu kadar yıkıcı olmasını sağlayan şey, kâr maksimizasyonu için inşa edilen sistemdir. Bu sistem sarsılmadıkça, hiçbir bina güvenli değildir.

Türkiye’nin geleceği, sadece sismik haritada değil; iktisadi tercihlerinde gizli….


Kaynakça

  • Ersoy, A. (2010). Türkiye’de Yapı Denetim Sisteminin Değerlendirilmesi. İstanbul Teknik Üniversitesi Yayınları.
  • Harvey, D. (2003). The right to the city. International Journal of Urban and Regional Research, 27(4), 939-953.
  • Keyder, Ç. (2005). Globalization and Social Exclusion in Istanbul. IJURR, 29(1), 124–134
  • Klein, N. (2007). Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi. Metis Yayınları
  • Kuyucu, T. (2014). Law, Property and Ambiguity: The Uses and Abuses of Legal Ambiguity in Remaking Istanbul. IJURR, 38(2), 609–627.
  • Yıldırım, E., & Akın, Ö. (2017). Türkiye’de Yapı Denetim Sistemi ve Sorunlar. Yapı Teknolojileri Elektronik Dergisi, 13(1), 45–56.
  • Harvey, D. (2005). A Brief History of Neoliberalism. Oxford University Press.
  • Çoban, A. (2019). Afet Yönetimi ve Kamusal Sorumluluk. Toplum ve Bilim, (149), 55–72.
  • TMMOB (2023). Kahramanmaraş Depremi Teknik Raporu. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yayını
  • 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun.
  • 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi 1 Hakkında Kanun. 2
  • www.evrensel.net

Loading

Sonraki
Önceki
Back To Top