Türklerin Tarihi – Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl Türkler
Jean-Paul Roux, kaderleri dünyanın tüm eski halklarının kaderi ile harmanlanmış Türklerin serüvenini kitabında on beş bölümde anlatır. Dergâh Yayınları’ndan çıkan Türklerin Tarihi – Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl Türkler adlı bu eserde insanlık tarihinde Pasifik’ten Akdeniz’e, Pekin’den Viyana’ya uzanan 2000 yıllık tarih işlenmektedir. Kaderleri dünyanın tüm eski halklarının kaderi ile harmanlanmıştır. Türk Olgusu ile başlayıp Kuzeyin Barbarları ve Hunlar, Türklerin ortaya çıkışı, İlk Çağ ve Orta Çağ başında Türk Uygarlığı, Uygurlar, İslâmiyet’in kabulü, Selçuklu dünyası, Müslüman dünyada Türkler, Moğol egemenliğinde Türkler, Timur depremi, düşüşler ve yükselişler, büyük imparatorlukların doğuşu, 17.yüzyıldaki yükseliş ve çöküş, “Çöküş ve Diriliş” başlıkları ile devam eden bölümleri merak, heyecan ve ilgi ile okuyacağınızı düşünüyorum.
Tarih araştırmaları, belli bir noktadan başlayıp günümüze yaklaştıkça sayfa sayılarını arttırarak ters piramidi andıran bir özellik gösterir. Bu kitapta ise durum tam tersi; Türk tarihinin az bilinen fakat Türklerin çok önemli roller oynadıkları ve dehalarını sergiledikleri dönemlerine çok daha fazla yer ayrılmış. Tarihe ilgisi olanlar 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun şanlı günlerini ya da Hindistan’daki Büyük Moğol İmparatorluğu’nun yükselişini sağlayan zaferleri gayet iyi bilirler. Bu kitapta ise Miladın başlangıcından 1400’lü yıllara kadar olan ve çoğumuzun bilgi sahibi olmadığı yüzyıllar uzun uzun anlatılmış.
Türkiye Türkleri kuşkusuz büyük Türk ağacının en sağlam dallarından biri ama bu ağaçta daha pek çok dal var. Tarih boyunca farklı isimler taşıyan ama Türkçe konuşan pek çok halka rastlamaktayız. Hiong-nular, Hunlar, Uygurlar, Selçuklular, Memluklar, Kıpçaklar, Timuroğulları, Büyük Moğollar, Osmanlılar… Bugün de Türkler pek çok devlet altında farklı isimlerle isimlendirilmişlerdir. Bu konuda bilgisiz biri bu halkların ortak kaynağını adlarına bakarak tahmin edemez, değil mi? Türkler, Türkmenler, Kırgızlar, Özbekler, Tatarlar, Azeriler, Kazaklar, Yakutlar, Çuvaşlar, Başkırtlar…
Türklerin insanlık serüvenindeki rolleri, hep temel roller olmuştur. Bu nedenle insanlık serüvenini Türklere büyük bir yer ayırmadan anlatmak imkânsızdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 16. yüzyılda dünyanın en büyük gücü olduğu bilinir ama buna karşılık Türklerin göçebe sürülerinin Mançurya’dan Macaristan’a tüm Avrasya bozkırlarını baştan aşağı sardığı, Türklerin Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırılarıyla bunalttığı, Hindistan’a pek çok akın yaptıkları, bu akınların çılgınca korkulara neden olduğu, Ruslara boyun eğdirdikleri ve egemenliklerini Pekin’e, Delhi’ye, Kabil’e, İsfahan’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Şam’a, Konstantinapolis’e, Tunus’a, Cezayir’e kadar yaydıkları ise pek bilinmez.
Bilmediklerimizi işaretlemek için kitaptan bir kontrol listesi çıkartabiliriz:
- Türk topluluklarının bozkır sanatını, Sibirya’da Yenisey kıyılarına, Çin sınırlarına kadar yaydıklarını;
- Long-men mağaralarında ki heykelleri diktiren Çin Vey Hanedanlığı’nın aslında bir Türk hanedanlığı olduğunu…
- Kahire’deki İbni Tolun Camii’nin bir Türk tarafından yaptırıldığını…
- Hindistan Agra’da benzersiz Tac Mahal’in Türk kanı taşıyan bir prensin eşi için yaptırdığı bir anıt mezar olduğunu,
- Fransızcada “kiosque” adıyla bilinen halka açık müzik ya da gazete bayilerinin Türklerin “köşk” adını verdikleri gösterişli binalardan geldiğini,
- Hollandalıların Avrupa’ya Boğaziçi’nden taşıdıkları “lale”ye, “tulipe” adını, bu çiçeğin taç yapraklarının bir türbanı andırmasından dolayı “tülbent” sözcüğünden yola çıkarak verdiklerini,
- Avrupa’da kahvaltıların baş tacı “croissant”lara Türklerin bayraklarındaki hilalden esinlenerek şekil verildiğini biliyor musunuz?
Ve toplumların haritalarının yanı sıra kültür ve sanatlarının da Türklerden ne derece etkilendiğini gösteren yüzlerce örnek… Bildiğimiz ve bilmediğimiz, farkında olduğumuz ya da olmadığımız..
Jean-Paul Roux, din ve sanat tarihçisi olarak yarım yüzyıl boyunca zamanın değişkenlikleri içinde Türkleri, Türk deyince akla ne geldiğini, ne gibi fikirler oluşturduğunu araştırmış. Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e Türklerin egemenlik kurduğu tüm toprakları ziyaret etmiş. Bu 2000 yıllık tabloda Türk adını almış bir insan topluluğunun büyük, olağanüstü ve eşsiz serüvenine tüm okurları davet ediyor.
Türkler, insanlık tarihinde Pasifik’ten Akdeniz’e, Pekin’den Viyana’ya uzanan 2000 yıllık tarih demektir. Kaderleri dünyanın tüm eski halklarının kaderi ile harmanlanmıştır. Yazara göre Türk, Türkçe konuşandır. Bu noktada Moliere’nin “Kibarlık Budalası” yapıtındaki bir cümlesini yazmadan geçemeyeceğim: “Şu Türkçe ne hayran kalınacak bir dil, az sözcükle çok şey söyler.”
İslâmiyet’in doğuşuyla da yeni bir dönem başlar Tükler için. Hicret çağı sadece Müslümanları ilgilendirmiyor, geniş bir coğrafyada pek çok halk ve inancı da etkiliyordu.
İlk Çağ ve Orta Çağ başında Türk uygarlıklarında herhangi bir sebep ile ya da mevsimsel olarak yapılan yolculuklar arabalar ya da kızaklar ile yapılırdı. Kızaklardan yazıtlarda söz edilmiş olup oyma resimlerde de tasvir edilmişlerdir. Türkler Orta Asya devesi ya da Baktriyan devesi denilen iki hörgüçlü ve soğuğa dayanıklı develere sahiplerdi fakat bu hayvanları sadece ticari faaliyet için kullanıyorlardı. Türklerin tercihi at ve hayvan koşulan arabalardan yanaydı. Bu binek, batı bozkırlarında rakipsiz hüküm sürüyordu. Öküzlerin çektiği bu arabalar, onları “yüzlercesi aynı zamanda, düz bir çizgi halinde ağır ağır ilerler durumda” gören Clarke gibi seyyahlara çarpıcı gelen dikkate değer bir görsellik sergiliyordu. Pazırık’ta bir mezarda rastlandığı gibi bu arabaların boyutları son derece büyüktü.
Çinlilerin binlerce yıldır “Hun” diye adlandırdıkları bu barbarlar, gizemli görünen nedenlere boyun eğerek -ki bunlar buzullaşma, aşırı nüfus artışı, açlık, salgın hastalıklardır- hiç durmaksızın yer değiştirirler; bir ortaya çıkar bir kaybolurlar; kah bir araya gelip kah dağılırlar. Çin’e, İran’a saldırmakta, sonra da arkalarında sayısız ölünün yattığı taş yığınları bırakarak kaçmaktadırlar. Bu boyun eğdirilemez biniciler, atlarıyla âdeta tek vücut hâlindedirler, seyredenler onların atın üstünde doğup bir daha hiç inmediklerini zanneder. Atları için eyeri, üzengiyi ve koşumu icat etmişlerdir. En sivri çelikten ve son derece keskin olan okları, yine eşi benzeri olmayan yaylarıyla diğer herkesten uzağa ustalıkla atarlar. Böyle bir donanım ve silahla hiç yenilmez olarak aşağı yukarı iki bin yaşamlarını sürdüreceklerdir.
Kırgızlar varlığı kesin olarak bilinen ilk Türk halklarındandır. Kırgızlar, bugünkü Minusinsk ve Abakan şehirlerinin bulunduğu bölgedeki verimli zengin vadilere yerleşmişlerdir. Bizlerin doğal olarak çok ıssız olarak hayal ettiğimiz bu bölge, uzak başka bölgelerle sıkı olmasa da ilişki içindedir. Güneyde kendilerinden Gobi Çölüyle ayrılan Çin ve Tibet’le batıdaysa önceleri Bizans, daha sonraları ise Arap dünyalarıyla ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Kırgızların Çinlilerle kurdukları ilişkiler, Kırgız ülkesinde bulunan yıllıklar ve paralar ile kanıtlanmıştır. Ayrıca arkeolojik kazılarda çıkarılan 7.yüzyıl Budist tapınaklarına ait çanların üzerindeki Çince yazılar ya da Abakan’da bulunan çinileri, Türklere özgü “damga” (tamga: Türklerin mülkiyetindedir) motifleriyle süslü Çin tarzındaki bir köşkün varlığı da kanıt olarak gösterilebilir.
Tarihteki ilk Türkler, Veylerin kendilerine karşı 458 yılında yaptıkları saldırılar sonucunda zayıf düşen Juan-Juanlar (Avarlar), yeniden bağımsızlıklarını elde etmek için sabırsızlanan Tölöslerin sürekli isyanlarına karşı koymak zorunda kalırlar. (503, 516, 521). Bu yılmaz isyankârlar tek başlarına başarılı olamayınca komşularını da bu ayaklanmaya katmaya karar verirler. Altay kabilelerinden biri 546’da Tölöslerin bu planlarından haberdar olur ve onları Juan-Juanlara ihbar eder, ayaklanma başlamadan bastırılır.
Tarih sahnesinde ilk kez bu nokta da boy gösteren bu boyu önceleri adının Çince yazılışı olan Tu-kiu adıyla tanıyoruz. Bu adın içinde ya tekil olan Türk ya da büyük bir olasılıkla çoğulu olan Türük kelimesi gizlidir. Yaklaşık 581 yılına ait bir yazıtın ortaya koyduğu gibi bu sözcüğün Sogdcası Trwk’tür. En sonunda bu isim, gerçek haliyle Türk ya da Türük yazılımıyla, 8. yüzyıla ait büyük yazıtlarda yer alır. Türk kelimesi “güçlü” ya da “güçlüler” anlamına gelmektedir. Bu isim ilerde yalnızca kendi coğrafyasında değil tüm dünya da büyük bir şöhrete sahip olacaktır. Çünkü günün birinde Müslümanlar Tu-kiulerden başka boylarında aynı dili konuştuğunu fark edip hepsine Türk ismini verir.
Türklerin önemli liderlerinden biri olan Bumin Kağan’dan bir örnek ile Türklerin deha, cesaret ve azmini, bu yılmazlıklarının neticesinde pek çok imparatorluk kurmuş olduklarını anlamaya çalışalım:
Bumin Kağan olarak tanınan, Çinlilerin ise Tu-men olarak tanıdığı Tu-kiulerin lideri, Juan-Juanların kağanına yaptığı hizmetin farkındadır ve karşılık olarak kızlarından biri ile evlenmek ister. Bu duruma öfkelenen kağan, “Sizler Altay Dağları’nda bizim silahlarımızı imal eden demirci kölelerimiz değil misiniz?” diyerek Bumin’i reddeder. “Demirci”, bu kelime çok önemli. Türkler yalnızca hayvan yetiştiricisi değil, aynı zaman da nefis bozkır sanatı eserleri ortaya koyacak kadar usta maden işleyicileridir. Bumin, bu cevap karşısında çok kırılır. Köle öyle mi? Derhal elçilerinden birini Vey Hanedanı’ndan bir prensesi istetmek için Çin sarayına gönderir. Onun gözünde bu Vey prensesi, Avar prensesi ile eşdeğerdir. Üstelik bu ilişki Çin İmparatorluğu’nun yardımlarından faydalanma imkânı verecektir. İmparatorun damatlığına erişen Bumin, artık hıncını engelleyemez ve başkaldırır. Bumin’in ordusu Juan-Juanlar ile ilk karşılaşmasından tam bir zaferle çıkar. Juan-Juanların kağanı kederinden ölür ve imparatorluğu yok olur (552). Bumin “kağanlık” sanını kendi üzerine geçirerek Kuzey Moğolistan’daki nehir yörelerine daha doğrusu “Ötüken Tepesi’nin kutsal ormanı” denilen yere yerleşir. Türkler Ötüken Ormanı için şu şarkıyı söyler: “Ondan daha üstün hiçbir şey olamaz… Eğer orada yaşıyorsan sonsuz krallığın sahibi olarak kalacaksın demektir.”