İlksöz: “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” /
Soru Şu: Liyâkatli-Liyâkatsiz insanın gücünün kaynağı nedir? Liyâkatli-Liyâkatsiz olmanın nitel ve nicel anlamda topluma kazandırdıkları nelerdir?Toplumun çoğunluğu Liyâkatli olursa n’e olur. Olmazsa n’e olur? ‘Liyâkati çözersek 21. yüzyıl Türklerin yüzyılı olur.”
Ünlü bir bilim adamının notu: “Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.”/ “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.”/
Dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik olarak “Türk Ulusunu” çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme,bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme,dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde edebilmek için Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirmek.Bu bağlamda; beşeri sermayemizin, aydınlık yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi ;Fikri, Vicdanı ve İrfanı Hür olarak Kadim değerlere (İnancına, Tarihine , Kültürüne )bağlı analitik düşünen, tartışan , üreten bireyler olarak yetiştirmek.
“Üniversite sadece bilim için değildir, aynı zamanda Hak, Hukuk, Adalet ve Cumhuriyet içinde üniversite gereklidir.Üniversite Cumhuriyet’in sahipliğindedir.”Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz. “
Eğitim, belirli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim anlamına geliyor. Öğretim ise öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi olarak tanımlanıyor. Eğitim, daha çok insanın ailesinden, çevresinden öğrendiklerini, öğretim ise daha çok okullarda öğrenilen bilgileri kapsıyor. O nedenle ikisi arasındaki farkı en iyi belirten ifade Albert Einstein’in şu sözünde yer alıyor: “Eğitim, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.”
“Bugün İslam dünyasındaki nüfusun yüzde 55’i okuma yazma dahi bilmiyor. OECD ülkelerinde milli gelirden eğitime ayrılan payın ortalaması yüzde 5,2 iken bu oran İslam dünyasında yüzde 1’i dahi bulmuyor. En başarılı çocuklarımızı, en parlak beyinlerimizi Batılı kurumlara ve ülkelere kaptırıyoruz. Günümüzün en önemli güç kaynağı olan enformasyon ve bilgi teknolojileri konusunda üreten değil tüketen konumundayız. Bu durum bizi milli güvenliğimiz başta olmak üzere birçok açıdan kırılgan hale getiriyor. Altını çizerek ifade etmek isterim ki dün olduğu gibi bugün de güçlü ülke olmak, bilgiyi üretmekten ve bilgiyi en iyi şekilde işleyebilmekten geçiyor.”http://bit.ly/2xtNgdy
Senior Business and Finance Editor – Apost İdil Ertürk’ün 2 Nisan 2023 yazısı ..Birlikte okuyalım:https://bit.ly/3ZR938e
Üniversitede niteliksizleşen işgücü!…
Öyle bir düzen ki, iş arayanlar ve işçi arayanlar bir türlü buluşamıyor. Türkiye’de mezuna iş, iş yerine eleman yok.
Türkiye’de en büyük sorunlardan biri işsizlik; özellikle de genç işsizliği. İş arayan milyonlarca üniversite mezunu ve piyasada bu mezunlarca doldurulamayan bir işgücü açığı var. Her nasılsa iş arayanlar ile işçi arayanlar bir türlü birbirini bulamıyor, bulsa da beklentileri uyuşmuyor. Bu durum, üniversitelerin sağladığı eğitimin kalitesi konusunda soru işaretleri yaratırken iş piyasasındaki talebin uyumsuzluğunun da altını çiziyor. Peki biz, elimizde bu kadar üniversite mezunu ve bu kadar eleman eksiği ile işin içinden çıkılmaz bir noktaya nasıl geldik?
Türkiye eğitimli işgücüne sahip bir nüfusu içinde barındırmasına rağmen, işgücüne katılım oranının düşük olduğu verilerden de görülüyor. OECD’nin Education at a Glance 2022 raporuna baktığımızda, Türkiye’deki 25-64 yaş arası nüfusun %20,3’ü üniversite mezunu olmasına rağmen, bu nüfusun işgücüne katılım oranı yalnızca %62,5. Bu oran, Türkiye’yi 37 OECD ülkesi arasında 36. sıraya yerleştiriyor.
Bize düşünecek bir şeyler veren bir başka veri de, Türkiye’nin eğitime yapılan yatırımlar açısından ne kadar geride kalmış olduğu. 2022’de ülkenin milli gelirinin yalnızca %4,2’si eğitime ayrılmış; ve bu oran ile Türkiye OECD ülkeleri içinde en düşük sıradaki 5 ülke arasında. Öğrenci başına harcama ilkokul öğrencileri için yıllık 3,3 dolar ve lise öğrencileri için yıllık 4,4 dolar ile Türkiye’yi listenin sonlarına yerleştirmiş.
Dünyanın birçok yerinde hem üniversiteler hem de teknik eğitim okulları, öğrencilere arzu ettiklerini seçebilmeleri için çeşitli fırsatlar sunuyor. Her iki eğitimin de kendine has avantajları mevcut. İhtiyaç duyulan özel beceriler ve eğitimle öğrencileri donatmak söz konusu olduğunda, üniversite akademik eğitiminin mutlak bazda kapatmadığı bazı boşluklara sahip olabilir. Burada öne çıkan en önemli faktör kişinin güçlü yönleri ve ilgi alanları. Ülkemiz insanı, iyi eğitimi çocukların zayıf yönleri, akademik olarak geride kaldıkları alanlar üzerine gidip kusursuzu elde etmek zannederken; dünyanın gelişmiş ülkelerinde küçüklükten itibaren öğrencileri kabiliyetli oldukları ve gelişime açık performans gösterdikleri alanlara yönlendirme gayesi mevcut. Böylece, gelecekte yapmakla ilgilenmediği işlerle günlerini geçirmek zorunda kalan mutsuz insan popülasyonu otomatik olarak seyrekleşiyor.
Tek-tip eğitim herkese göre mi, herkesin zararına mı?
Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan, durumu şu şekilde değerlendiriyor:
“Ülkemizde ne yazık ki çok niteliksiz, çok verimsiz ve neredeyse pedagojik cinayet şeklinde işleyen bir orta öğretim sistemi var. Ailelerde neredeyse anaokulu, ilköğretim seviyesinde başlayan bir koşullandırma söz konusu; ‘çocuğum yabancı dil öğrensin, üniversite diploması sahibi olsun’ algısı. İyi bir üniversite eğitimi için iyi bir ilkokul, orta okul eğitimi olması gerek, sistemin bir bütünlük arz etmesi gerek.”
“Orta öğretimde, öğrencilerimize yaratıcı olmayı, merak etmeyi aşılayamıyoruz; yabancı dil, fizik, felsefe, müzik, güzel sanatlar gibi çağdaş düşünceye sahip olunması için gereken gerekli altyapıyı sunamıyoruz. Liseden sonra da aslında neredeyse meslek okullaştırılmış, adı üniversite olan ama ‘benim çocuğum ne iş yapacak?’ sorusuna yanıt arayan bir tasarım peşinde koşuyoruz. Bu durumda üniversite eğitimi bir İngilizce dershanesi olmaktan öteye geçemiyor. Dil hazırlık sınıfı sonrasında gerekli birikime sahip olmadan İngilizce eğitime geçen öğrenciler muazzam bir kafa karışıklığı içinde devam etmeye çalışırken, mesleki eğitime yönelik bir müfredat olmadığı için o tarafta da yeterli donanıma sahip olamıyor.”
Üniversite rektörlükleri partizanca yöntemlerle atanmış bürolar olarak çalışıyor, araştırma görevlileri düpedüz sekreterya işi yapıyor, ‘kağıt okuma’ bile akademik bir iş olarak kalıyor.
“Bunun sonucunda da üniversiteliler hayatları boyunca bir çoktan seçmeli sınav alışkanlığı içinde ezberleyerek, karşılarına çıkan kısa süreli bir faaliyeti en yüksek puana dönüştürmeyi amaçlayan hazırcevap hale gelmiş bireyler olarak mezun oluyor. Bu da yabancı dil, teknik eğitimi, çağdaş beceriler, yaratıcılık ve meraktan yoksun bir insan tasarımına yol açıyor. KPSS, uzmanlık sınavı, yüksek lisans, doktora için de aynı sistemin geçerliliği söz konusu. Öğrencilere ne iş ne de bilim dünyasına katılabilecekleri bir eğitim veriliyor.”
“Türkiye’de maalesef söylemekten imtina ettiren bir ara eleman algısı yaratılmış vaziyette. Herkesin üniversite mezunu olması gerekmiyor, üniversite adı üzerinde soyut bilimin yapıldığı, akademi dünyasına insan hazırlayan, soyut akademik bilim faaliyetlerine özendiren bir yapı. Tek bir meslek üzerine değil birbirine bağlı becerileri sağlamak üzerine kurulu. Turizm, muhasebe, bilgisayar destekli orta kademe yöneticilik gibi aslında meslek yüksek okulu olarak geçen eğitim müfredatları talebe yanıt verebilmek için dört senelik fakülteye çevrilmiş durumda. Ama beceri kazandırma kısmında üniversitesel bir anlayış yok.”
“ABD örneğine baktığımızda community college, liberal arts college sistemleri var; bunlar evrensel, interdisipliner eğitim veren kurumlar. Çıraklık okulları, 4 senelik bilgisayar destekli eğitimler, sertifika programları var ve bunlar doğrudan mesleğe yetiştirme üzerine çalışıyor.”
“Türkiye’de de bu duruma çözüm olarak akademiye değil iş dünyasına hazırlayan ara kurumlar oluşturulabilir, bunlara insanların yanlış algısını değiştirecek isimler konabilir. Ülkedeki en büyük eksiklik bu, ama çarpıklık dediğim gibi orta öğretim seviyesinde başlıyor. Tektipleştirilmiş bir üniversite algısı ve bunların yarattığı mezunlarda 21. yüzyılın çağdaş becerileri olmuyor.”
Eğitimi var olan potansiyele uydursak nasıl olur?
2005-2022 yılları arasında Denizli Sanayi Odası (DSO) Başkanı olarak da görev yapmış, Erbakır Elektrolikit Yönetim Kurulu Başkanı Müjdat Keçeci, 18 yıllık sanayi odası başkanlığı görevi süresince Almanya, Avusturya ve Finlandiya gibi ülkelerdeki eğitim sistemlerini incelediğini, Türkiye için de uygun olan sistemlerin bunlar olduğunu ve buna evrilmesi gerektiğine inandığını belirtti.
- Arka plan: Söz konusu üç ülke, Avrupa’nın en iyi eğitim sistemleri arasında örnek gösterilmekte olup, herkesin erişimine açık biçimde öğrenci merkezli öğrenmeye önem vermekte; öğrencileri yetenek ve ilgi alanlarına göre farklı eğitim dallarına yönlendirmekte, öğretmen eğitimi ve okul yönetimi konularında da benzer yaklaşım benimsemekte.
Eğitim sisteminde yanlış giden unsurların büyük bir potansiyel israfına yol açtığını belirten Eski DSO Başkanı, şu şekilde konuştu:
“Türkiye’de 18 milyon üniversiteli insan var, neredeyse ülkenin genç nesil diye övündüğü bir sinerjiyi yok etmek için yapılmış bir proje gibi. Gençlerin bir yerde gelişebilmesi için her şeyden önce yetkin, yetenekli ve geleceğin insanı olmaları beklenir. Türkiye’de yüzlerce üniversite var, bunların sınırlı sayıdaki kısmı hariç öğrenci yetiştirilemiyor; yetkin eğitimciler, yetkin kadrolar, yetişmeyle ilgili imkanlar yok; gelişigüzel öğrenciler yetişiyor. Eleman bulmakta zorlanıyoruz, beceri ve liyakat eksiği söz konusu; bunun sebebi çocuklar değil bizim gerekli eğitimi veremeyişimiz. Eğer şans bulurlarsa iş yerlerinde mühendis oluyor, yetkin hâle geliyorlar.”
“Türkiye sanayileşen ve sanayileşecek bir ülke, büyümesinin büyük bölümü ihracata bağlı; bunun için önemli olan şey elemandır. Dünyanın en iyi makineleri bile olsa onu işletecek insan bulamadığında boş. Bu kadar makine aldığımız fabrikanın içinde nitelikli mühendis ancak genel müdür seviyesinde, diğerleri ancak tekniker seviyesinde eğitim almış. Gençlerin teknik eğitime yönlendirilmesi gerekiyor, zira üniversitede yetişmiş şimdiki gençlik işsizliğin temelinde. Öğrenciler nereden mezun olursa olsun şanslılarsa işin içinde eğitiliyorlar.”
“TÜİK verilerine katılmıyorum, 65 milyon 15 yaş üstü insan var, bunların yalnızca 31 milyonu istihdamın içinde, görüldüğü gibi 34 milyonu değil; ama işsizlik %10. Bana göre işsizlik %50 seviyesinde. Eskiden iki şey daha farklıydı; eğitim sistemi böyle kötü değildi ve Türkiye’de bu kadar fazla yetiştirme şansı olmayan üniversite kurulmamıştı. Eğitim sistemi düzelmedikçe de hiçbir şey değişmez.”
Ek olarak genç kadın istihdamının da ülkemizde önceliğe sahip olması gereken bir sorun olduğunu belirten Keçeci, “dünyada başarılı sanayi ülkeleri, gelişmiş ülkeler ve kendisini yenilemekte olan ülkelerin başarıları temelde kadınların da işgücüne katılımıyla mümkündür” diye ekledi.
Nasıl çözeriz?
Gençlere kendilerine sunulan seçeneklerin çeşitliliği konusunda doğru ve objektif bir anlayış kazandırılması, mesleki eğitimin onları yalnızca ikinci sınıf bir kariyere götürebileceği algısının yıkılması gerekiyor. Katma değerli, hak edilen maaşı vadeden ve tatmin edici meslek seçimi; niteliksiz bir üniversite mezunu olmaktan daha değerli.
Türkiye’nin teknik eğitim veren okullarının sayısını artırması ve teknik eğitim almış işgücüne yatırım yapması, ülkede istihdamın artması ve nitelikli işgücüne sahip olunmasına katkı sağlayabilir. İşsizlik oranının düşmesi, ekonomik büyümenin hızlanması ve daha kalifiye bir işgücü; yalnızca birkaç artı. Niteliksiz üniversite mezunları yerine, iş piyasasında talep edilen niteliklere sahip olan teknik elemanların yetiştirilmesi, iş piyasasında aranan işgücü taleplerine yanıt verilmesine yardımcı olacaktır. Bu, Türkiye’nin sürdürülebilir bir kalkınma ve rekabetçi bir işgücüne sahip olması için önemli bir adım olur.
ÖSYM’nin Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi değerlendirme raporuna göre, öğretmen olarak atanan genç mezunların kendi branşlarından gelen soruların ancak yarısını doğru cevapladıkları ortaya çıktı. Fen, fizik, kimya, matematik gibi temel bilimlerde öğretmenler 50 sorudan ortalamada 10’unu doğru yaptı. Testlerde en başarılılar rehber öğretmenler, en başarısızlar ise fen bilimleri/fen ve teknoloji öğretmenleri .https://bit.ly/2NX8027 Bu notumuz şimdilik burda kalsın…
Öğretimin insana bilim öğretmesi gerekiyor. Gerisi eğitimin işi olmalı. Yani matematik, fizik, psikoloji, ekonomi, tıp gibi konularda insanı geliştirme ve uzman yapmak öğretimin görevi. Buna karşılık genel ahlâk, terbiye, alçakgönüllülük, dini inanç, yemek adabı, insanlarla ilişkiler, fedakârlık gibi konular eğitimin kapsamına giriyor. Bizim burada ele alacağımız konu öğretim konusu.
Ama üniversitelerin bu kadar zayıf mezunlar vermesinin en önemli nedenlerinin başında aslında bir kenara bıraktığımız ilk ve ortaöğretimdeki kalite düşüşünün bir sonucu.
Üniversite sözcüğünün aslı Latince ‘bütün’ anlamını taşıyan Universitas’dan geliyor. Bugünkü karşılığı; çeşitli akademik dallarda akademik unvanlar veren yükseköğrenim ve araştırma kurumu demek oluyor. Batıda üniversiteler katedral okullarının biat kültüründen soyutlanıp bilime dönük bağımsız kurumlar halini almasıyla ortaya çıkarken bizde de medreselerden dönüşerek batılı üniversitelere benzer kurumlar halini almış.
” Soran, sorgulayan, geleceğe dair iddiaları olan bir nesil yetiştirmekte gereken başarıyı gösteremediğimizde ortaya geçici hevesler peşinde koşan, maalesef bir nesil çıkıyor. Hâlbuki kendine özgü eğitim sistemlerini geliştiremeyen milletlerin istikbali tayin edemeyecekleri gerçeğiyle karşı karşıyayız”http://bit.ly/2tYyeXO “ /
“i- Kültür ve Sanatı Küçümseyen Toplumlar, Kaybetmeye Mahkûmdur.
ii- Türkiye’nin Yeni Değerler Yetiştirmesi Var Olan Değerlerine Sahip Çıkmasıyla Mümkün.
iii- Teknolojiyi Üreten,Kültür ve Sanata da Hakim Olur.
iv-Eğitim ve Kültür Alanında Eksiğimizi Gidermeliyiz.
v-Gençlerin Sahip Çıkmadığı, İçinde Olmadığı Hiçbir Proje ve Faaliyetin, Toplumlar İçin Kalıcı Kazanıma Dönüşmesinin Mümkün Değildir.”http://bit.ly/2k78CTA
“Türkiye’de yükseköğretimle ilgili tartışmalarda hemen her zaman karşımıza çıkan bir ezber var: “Yükseköğretimde özellikle son 10 yılda yaşanan büyüme yanlış oldu; bu büyüme yükseköğretim kurumlarında kalitenin düşmesine yol açtı, dolayısıyla bu büyümenin durdurulması gerekli.” Kalitenin düştüğü ve dolayısıyla büyümenin durdurulması gerektiği şeklindeki öneri, sorgulanmaya muhtaçtır. Kaldı ki, kaliteye ilişkin bir takım kaygılarla karşı karşıya kalınca, bugüne kadar yapılan bütün her şeyi yanlış kabul edip önceki duruma dönme arzusu sorunlu olduğu gibi büyümeyi sürdürülebilir kılmaya yönelik atılması gereken adımlara odaklanmayı engellemekte ve böylece sorunların kaynaklarının üzerini de örtmektedir. Yapılması gereken sorunları ve kaynaklarını doğru bir şekilde tespit edip çözümler geliştirmek ve bu çözümleri üretecek mekanizmaları sisteme yerleştirebilmektir. Kalite, yükseköğretim kurumlarının bizatihi kendi meseleleri olmasına rağmen Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından son yıllarda özellikle yükseköğretimin ana gündem maddelerinden birisi olarak önemsenmekte ve takip edilmektedir. Bu bağlamda YÖK tarafından Yükseköğretim Kalite Kurulu’nun kurulmuş ve çalışmalarına hızla başlamış olması da konunun ne kadar önemsendiğini göstermektedir..
Kim ne derse desin, uluslararası kıyaslamalar yaptığımızda net bir şekilde gördüğümüz bir husus var: Türkiye, aziz milletimizin çocuklarının yükseköğretime olan talebini 10 yıllar boyunca ihmal etmiştir. Mevcut yükseköğretim kurumları da arzı artırma konusunda farklı nedenlerle direnç göstermiştir. Bundan dolayı talep bir türlü karşılanmamıştır. Yükseköğretime yönelik muazzam talebi karşılamak için siyaset kurumu, özellikle 2000’li yıllarda yeni yükseköğretim kurumları açma yoluna gitmiştir. Dolayısıyla yükseköğretimde genişleme politikası son derece rasyonel bir temele sahiptir ve bu politikanın bizatihi kendisi sorunlu değildir. Aksine, birçok olumlu sonucu şimdiden görülmüştür. Yükseköğretim kurumları ve yükseköğretimde okuyan öğrenci sayısında kısa sürede büyük artışlar elde edilmiş ve bu büyümeyle ülkemizin yükseköğretimde okullaşma oranı artmıştır. Diğer taraftan bu büyümeyle kadınların yükseköğretime erişimi de artmış, özellikle son yıllarda kadınlarda yükseköğretimde okullaşma oranı erkeklerdekini geçmeye başlamıştır. Ancak, bu olumlu gelişmelere rağmen yükseköğretim sistemimizdeki öğretim elemanı artışı bu büyümeyi destekleyecek düzeye maalesef ulaşamamıştır. Sonuç olarak öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısının artması hem eğitimin kalitesi hem de ülkemizin araştırma kapasitesi üzerinde olumsuz bir baskı oluşturmaktadır. Kalite konusunda en kritik konulardan birisi, doktoralı öğretim elemanı sayısı ve doktora eğitiminin niteliğidir. Dolayısıyla yükseköğretimde büyümenin bizatihi kendisi sorunlu değildir, ancak bu büyümenin sürdürülebilir olması için nitelikli ve yeterli doktora mezununun yetiştirilmesi yükseköğretim sistemimizin en acil ve öncelikli alanlarından birisini oluşturmaktadır.
Her ülkenin doktora mezunlarına bakışı kendi durumları ve dengeleriyle ilişkili olmaktadır. Bir ülke yükseköğretim sisteminde genişleme ve büyüme sağlarken veya ekonomisini büyütürken sayıyı artırma planları yaparken bir diğer ülke doktora mezun sayısını durağanda tutmaya çalışabilmektedir. Örneğin Çin dünyada tüm disiplinlerde yılda en fazla doktora mezun veren iki ülkeden biri durumunda olup doktora mezun sayısı yıllık 50 binlere ulaşmış bulunmaktadır. 1998-2006 yılları arasında tüm disiplinlerde doktora mezunlarında yıllık ortalama artış Çin’de yüzde 40 olarak gerçekleşmiştir. Çin’de de bu hızlı büyüme dolayısıyla kalite etrafında çeşitli tartışmalar yaşanmaktadır. Ancak bu tartışmalara rağmen, doktora mezunları hem endüstride hem de yükseköğretim kurumlarında çok rahat iş bulabilmekte.
Almanya ise yılda yaklaşık 25 bin doktora mezunu verirken bu sayıyı mümkün olduğu kadar sabit tutmaya çalışmaktadır. İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde doktora mezun sayısı kendi piyasalarının taleplerinin ötesinde özellikle uluslararası öğrenciler nedeniyle artmaktadır. Amerika’da doktora mezunlarının akademik pozisyon bulmaları her geçen gün zorlaşmaktadır. Örneğin mühendislik alanında doktora mezunlarının sadece yüzde 12.8’i akademik bir pozisyon elde edebilmektedir. Bu durum, doktora mezunlarını doktora sonrası araştırmacı (post-doc) olmaya ittiği ve oluşan oldukça rekabetçi ortam, nitelikli insan kaynağından daha ucuz bir şekilde yararlanabilme imkânı sunduğu için karar alıcıların bu duruma çok da müdahale etmedikleri görülmektedir. Kuzey Amerika’da doktora adaylarının yüzde 40-50’si doktorayı asla bitirememesine rağmen, OECD raporuna göre ABD ve Kanada’da 1998-2012 yılları arasında ileri araştırma programlarına kayıt yaklaşık yüzde 70 artmıştır.
Türkiye’de doktora eğitimi ve mezun sayılarına bakıldığında, 2006 yılında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından yayınlanan Türkiye’de Doktora Eğitiminin Durumu Üzerine Görüşler başlıklı raporda değinilen problemlerin devam ettiği görülmektedir. Raporun yayınladığı yıllarda yüksek lisans programlarına kayıtlı öğrenci sayısı 92 bin 862 iken bu sayı 2015-2016 eğitim-öğretim yılı itibari ile 417 bin 084’e, doktora programlarında kayıtlı öğrenci sayısı da 27 bin 393 iken yine 2015-2016 eğitim-öğretim yılı itibari ile 86 bin 094’e yükselmiştir. Yine doktora mezunu sayısı yılda 2 bin-2 bin 500 bandında iken bu sayı günümüzde 4 bin 500-5 bin bandına yükselmiştir. Ancak, lisansüstü öğrenci ve öğretim üyesi sayılarında önemli artışlar sağlanmasına rağmen mezun sayılarında beklenen artış sağlanamamıştır. Doktora eğitiminin kalitesi de ayrıca üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Yine raporda 2004 yılı temel alınarak bir veya iki öğretim üyesi başına yılda bir yüksek lisans, 10 veya 11 öğretim üyesi başına ise yaklaşık bir doktora eğitiminin tamamlanabildiği ifade edilmiştir. 2013 ve 2014 yıllarına ait veriler kullanıldığında ise, yüksek lisans için aynı karakteristik (bir veya iki öğretim üyesi başına yılda bir yüksek lisans mezunu) korunurken doktora da durum daha da kötüleşmiştir (13 veya 14 öğretim üyesi başına ise yaklaşık bir doktora mezunu). Sonuç olarak, doktora mezunlarına ana talep yükseköğretim kurumlarının bizzat kendisinden gelmesine rağmen, yükseköğretim kurumları kendi taleplerini karşılayacak arzı üretmekte maalesef zorlanmaktadır.
Doktora programlarına kayıtlı öğrenci verilerine bakıldığında doktoraya talebin diğer ülkelerde olduğu gibi arttığı görülmektedir. Yukarda verilen ve yıllara göre olumsuz gelişen eğilimler, eskiden de var olan yapısal sorunlar olduğunu ve yükseköğretimdeki büyümeyle bu yapısal sorunların daha da büyüdüğünü ve girdi ne kadar artarsa artsın sürecin çıktı ile ilgili artık alarm verdiğini göstermektedir. Bu nedenle mevcut doktora programları ve özellikle doktora öğrencileri ile ilgili nitelikli saha araştırmaları yapılmalıdır. Bu araştırmalardan elde edilecek bulgularla süreçler tekrar gözden geçirilmeli ve acil önlemler alınmalıdır. Bu bağlamda YÖK’ün başlatmış olduğu ve 100 alanda 2 bin burslu doktora öğrencisini kapsayan yeni projesi son derece umut vericidir. Bir taraftan mevcut sorunları iyileştirici düzenlemeler yapılırken bir taraftan da bu gibi umut verici yeni projelerin hayata geçirilmesine büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu sadece YÖK’ün ve üniversitelerin problemi de değildir. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, TÜBİTAK ve TÜBA da süreçte aktif rol almalı ve birlikte çözümler geliştirmelidir. Yapılacak iyileştirmeler yükseköğretimdeki büyümeyi sürdürülebilir kılacağı gibi, eğitim sistemindeki açıkların kapatılmasına da destek olacaktır.”.
Başbakanımızın dünkü açıklaması anlamlı ve önemli bir gündem maddesi.”Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” Kaliteli ise, eğitim bize, hava gibi, su gibi, lazım.Başbkanımızın , Çankaya Köşkü’nde düzenlediği basın toplantısında, Yeni Orta Vadeli Programı (2017-2019) Eğitimin kalitesini artırmaya yönelik projelerini şu şekilde açıkladı.Birlikte Okuyalım:
“İnsana yatırıma, insana hizmete devam edeceğiz”
İstikrar olunca kapsayıcı bir büyümeyi de gerçekleştireceklerini vurgulayan Yıldırım, “Büyümenin kalitesinden bahsediyoruz. Saman alevi gibi birden bire büyüyorsunuz, tamamen tüketime bağlı tamamen ürün bazlı büyüme. Bu kalıcı olmaz. Katma değer üreten fark oluşturan mukayeseli üstünlük sağlayan bir büyüme altyapısını oluşturmak. Büyümenin çeşitliliğini, kalitesini artırmak dolayısıyla rekabet gücümüzü geliştirmek.” ifadelerini kullandı.
Başbakanımız, Türkiye’nin mutlaka katma değeri yüksek teknolojik ürünlerde söz sahibi olması gerektiğini vurgulayarak, bunu ileri teknoloji sanayi üretiminde, savunma sanayinde, uzay ve havacılık, bilişim, ilaç sektöründe ve kimyasallarda bunun başarılabileceğini kaydetti. Bu sektörlere daha fazla yoğunlaşılacağını dile getiren Yıldırım, söz konusu alanlarda yerlileşmeyi, millileştirmeyi artırıcı tedbirleri alacaklarını belirtti.
Bu kapsamda büyümede 5 stratejileri olacağını bildiren Yıldırım, şunları kaydetti:
“İnsan kaynak kapasitemizi geliştireceğiz. İnsana yatırım devam edecek. Daha iyi eğitim alacak, daha iyi işbaşı eğitim alacak. Mesleki konularda sadece okulda verilenlerle yetinmeyeceğiz. İş hayatında da iş öğrenmeye, mesleğini geliştirmeye devam edecek.
Bizim petrolümüz yok. Bizim mutlak üstünlüğümüz yok. Bizim mukayeseli üstünlüğümüz var, o da genç nüfusumuz. Gelişmiş ülkelere göre nüfusumuzun ortalaması daha düşük, yani genç nüfusumuz daha fazla. Genç nüfus güç demektir. En büyük zenginliğimizdir. Gençlerimizi geleceğimiz olarak görüyoruz, Türkiye’nin kalkınmasının lokomotifini, öncüsünü gençler olarak görüyoruz. Gençlerimize yatırım yapmaya, insanımıza yatırım yapmaya devam edeceğiz.”
İşgücü piyasasını daha etkin hale getireceklerinin altını çizen Başbakan Yıldırım, teknolojiyi ve yenilik geliştirme kapasitesini artıracaklarına işaret etti.
Kurumsal kalitelerini iyileştireceklerini belirten Yıldırım, “Buradan bahsettiğimiz ne? Bu da devletin iş yapma alışkanlıklarının, milletin beklentilerine uygun hale getirilmesi. Emreden, talimat veren devlet değil, milletin önünü açan, işini kolaylaştıran, işini geliştirmesine destek olan bir kamu yönetimi, bir devlet anlayışını ortaya koyacağız.” ifadesini kullandı.
Başbakanımız, 3 yıllık OVP’de büyümenin artarak devam etmesini, kişi başına gelirin artmasını ve yeni istihdam alanlarının oluşturulmasını hedeflediklerine dikkati çekerek, şunları kaydetti:
“Okuldan mezun olan gençlerimiz var. Çalışma yaşına gelen vatandaşlarımız var. Bunların iş bulması, istihdam edilmesi için sürekli yatırım yapmak lazım.
Eğitim alanında yapılacak çalışmalara ilişkin bilgiler veren Başbakanımız, uzun vadeli büyümenin esasının insana yatırım olduğunu dile getirdi. Ve şöyle devam etti:
“Bunun için de 2019’a kadar ikili öğretime son vereceğiz. Yani tekli öğretim olacak. Öğrencilere ‘kötü haber.’ Yarım gün okuyacaklardı, tam gün okuyacaklar ama daha çok şey öğrenecekler. Hayata daha hazır hale gelecekler. İkili öğretim 2019 sonuna kadar tarihe karışmış olacak. Okul öncesi eğitim şu anda zorunlu değil ama ciddi bir orana ulaştık, yüzde 50’leri geçti. Önümüzdeki dönemde okul öncesi eğitimi zorunlu hale getireceğiz.
Türkiye’de yabancı dil bilme oranının yüksek olduğu sanılıyor, hiç de öyle değil. Yabancı dil bilme oranımız kıyasladığımız civar ülkelere göre maalesef istediğimiz düzeyde değil. Onun için 4+4+4 sisteminin ilk 4’ten sonraki 5. yılında yabancı dil eğitimi mecburi hale gelecek.”
Eğitim sistemindeki yeniliklere ilişkin bir soru üzerine ise Yıldırım, ileriki dönemde tam zamanlı eğitime geçileceğini kaydetti. Yıldırım, “Öğlenciler sabahçılar diye bir şey vardı. Hem sabahçıyım hem öğlenciyim. Yani öğleyin okulda olacaklar, yemeklerini yeyip… Aynen çalışanlar gibi nasıl sabah işe gidiyorsun akşam dönüyorsun. Okula da sabah gidip akşam geleceksin.” diye konuştu.
Eğitimin kalitesi!
5,0
26.07.2013 16:52:18
A+ A-
Eğitimdir ki;
bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı ve yüce bir toplum
halinde yaşatır ya da onu köleliğe ve yoksulluğa iter. “
“Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” ;Üniversitelerde kurumsallaşma ve dünya üniversitesi olma ülküsüne yönelik çabalar… Bu ülkü ile “Türk Ulusu’ nu çağdaş uygarlığın en ön safhasına geçirme, bilimde, teknikte özgür ve bağımsız olarak hareket edebilme, dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak diğer ülkelere liderlik edebilme ve sürekli ilerlemenin bir düşünce-nesnesi olarak somut çıktılar elde etme çabaları…… Belki ülkenin sosyal, politik ve ekonomik gelişmelere önderlik etme isteği…. Bir yandan Ulusal irade seslenişi yeteneğini, diğer bir deyişle kolektif ruh/irade varlığını çağdaş bilim ve akılcılıkla geliştirme çabası…Bu çabaların elli yıllık panoroması… Sonra …Sonrası malum!…
Ülkelerin zenginliği nasıl belirleniyor, zenginlik nasıl ölçülüyor? Merkantilist yaklaşımla, kıymetli maden, döviz stoku ile mi? Doğal kaynakları, altın madeni, petrol, doğalgaz yataklarının varlığı ile mi? Beşeri sermayesi, bireylerinin niteliği, becerisiyle mi zenginlik ölçülüyor.
Ülkelerin zenginliğini doğal kaynakları, altın stoku değil beşeri sermayeleri, bireylerinin nitelikleri, becerileri, değer yargıları belirliyor. Ülkelerarası farklı doğal kaynaklar, altın, kıymetli maden varlıkları değil, insan yaratıyor.
Doğal kaynak fakiri yüzlerce irili ufaklı adaya sıkışmış, yüzölçümü Türkiye’nin yarısından az olan Japonya, dünya sıralamasında önde de, Türkiye niçin hep gerilerde. Farkı insan öğesi yaratığı kesin…. .
Milletlerin zenginliğinin doğasını ve nedenlerini araştıran Adam Smith, insan faktörünün öneminin belirleyiciliğini yüzyıllar öncesi görmüştür. A. Smith’e göre, milletlerarası zenginlik farkını, işgücünün beceri, nitelik farkı ile işgücünün üretime katılma oranı belirler. Adam Smith ayrıca zenginlik bağlamında adalet, emniyet, hukuka bağlılığın önemini vurguluyor, bunları çağdaş bir devletin temelleri olarak görüyor. Adam Smith, zenginliğin ölçüsünün toplam değil, topluluğun bireylerinin ortalama zenginliği olarak görüyor. Adam Smith’e göre milletlerin zenginliği için, bireylerin becerisi yükseltilmeli, nitelikli işgücünün istihdamı artırılmalı, zenginlik dengeli dağılmalıdır. Adam Smith, günümüzün neoliberal, refah, zenginlik anlayışına kıyasla çok daha ileride…
Bakanlık adındaki değişim anlayış değişiminin de göstergesi: “Maarif”: irfandan geliyor “Eğitim”: eğmekten geliyor…
Eğitimimiz eğmekle öğmek arasına mı sıkışmış? Eğitiyoruz, eğitiyoruz ki adam edelim; eğiyoruz ki yola sokalım? Doğru olan yola. Haklı olan yola. Daha önce kuralları konmuş olan yola. Yoksa eğiriyor muyuz? Yün ya da pamuktan iplikler elde etmeye mi çalışıyoruz? İplikleri dokumaya mı? Dokutma mıdır, eğitmek? Öğerek, öğrenci dalkavukluğu ile mi eğitimi yürütelim?
Bana “eğitim” sözcüğü hep “tuhaf” gelmiştir. Bu “tuhaflık” ürkütücü bir tuhaflıktır. Boyun mu eğdiriyoruz? Latin kökenli dillerde kullanılan “éducation”, “education” sözcüklerinde de, “yol göstermek”, “sevk etmek”, “kılavuzluk yapmak” anlamlarına karışmış “yönlendirme”, itip, çekip, “yola koyma”, “yola getirme” iması yok mu?
Diyeceksiniz ki bu doğal! öğrenci geliyor. Yol gösterip, onu bilgilendirecek, onu “şekle” sokacaksınız. “Şekle sokmak” “zorla olur. Öğrenciyi kendi haline bırakırsanız, serseri olur, “havai” olur. Eğitim bir çiledir. Sıkıntı çekilecektir ki öğrenme, biçimlenme tam olsun! Eğiteceğimiz kişi “biçimi olmayan”, “düz” belki de “dümdüz”, yola girmemiş biridir. Öyle olmasaydı, eğitilmeye “talebi” olmazdı; talebe olamazdı! Öğrenci, eğitilirken eğilmelidir; biçimlenmeye hazır olmalıdır! Yoksa, öğrenemez; gelişemez! Sürekli “talim” ettirmeli, ona “olumlu” alışkanlıklar, “istendik” davranışlar kazandırılmalıdır.Eğitimin , doğru dürüst yapılabilmesi için bundan sorumlu herkesin önce ‘education’ ile ‘training’ arasındaki büyük farkı bilmesi gerekir. Education’un amacı statükoyu eleştirip alternatif üretebilecek aydınlar yetiştirmektir. Training ise kişinin işinde gösterdiği performansını yükseltmek amacına hizmet eder. Bu ikisi tamamen ayrı şeyler….. Ülkemiz dahil bir çok ülkede, özellikle bu ikisi çorba edilmiştir. Türkçe her iki İngilizce kelimenin karşılığı aynı; ‘eğitim’ diye geçiyor. Tartışmayı fazla derinleştirmeden “education” kelimesini eğitim, “training” kelimesini talim olarak çevirelim….
“Seneca’nın gençlik yıllarında Homines dum docent discunt (İnsanlar öğretirken Öğrenirler)dediği söylenir. , Bu fikir atasözü olarak “docendo discimus” kelimeleri ile ifade edilir. Bu eski gerçeğe ben, öğretmek durumunda olduğum şeyleri evvelâ kendim öğrenmek zorunda kalarak, katkıda bulunmuş oldum?”
“Buna da ek olarak bir nokta daha vardı: Temel teorik yön, mukayeseli hukuk olduğu halde, ders reforumunun canalıcı özelliklerinden biri de, pratikle bağın kurulmasaydı?”
“Daha Üniversitenin törenle açılışından önce, teorik derslerinin uslûbu ve yöntemi üzerine önceki dekan ile gayet ciddî tartışmıştım. Dekanlığa yaptığım bir ziyaret sırasında kendisi açmıştı bu konuyu. Frankfurt am Main’da nasıl ders verdiğimi, kürsüde ayakta durduğumu, serbest konuştuğumu, öğrencilere sürekli soru sorduğumu anlattım. Buradaki derslerin veriliş tarzı Paris örneğine uygundu; profesör kürsüde oturur ve evde itinayla hazırlamış olduğu ders metnini okurdu. Öğrencilere soru sormak, ya da öğrencilerin soru sorması caiz değildi. Profesörün okuduklarını öğrenciler yazarak not tutarlardı, bu notları ezberlemek ve sene sonu imtihanında bilmek zorundaydılar. Dolayısıyla benim vazifem, derslerimi yazılı olarak hazırlamak ve çevirmene her seferinde zamanında vermekti ki, çevirmen Türkçe metni hazırlayabilsin ve derste okusun. Nitekim, kamu hukukçusu Fransız meslektaşımız profesör Charles Crozat da, yıllardır dersleri böyle vermiyor muydu? Cevap olarak bu yöntemi bir türlü benimseyemediğimi söyledim. Çünkü bu durumda hiç ağzımı açmama gerek kalmayacaktı. Dolaysıyla öğrencilerle hiçbir kişisel bağ kuramayacaktım. Asıl önemlisi de okunan dersin, gerçekten doğru anlaşılıp kavrandığını kontrol edemeyecektim? Fazıl Pelin (Dekan) dehşetle telaşlandı. Tekrar tekrar bunun âdetten olmadığını, caiz olmadığını, üstelik gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığını söyledi, durdu. Üstelik, şayet bu plânımda ısrar edecek olursam, profesörler kurulunun da bu konuda zorunlu olarak bir prensip kararı almak durumunda kalacağını, ama tabii bu konunun ancak Hukuk Fakültesi için Çağrılmış olan öteki yabancı meslektaşlar da geldikten sonra ele alınabileceğini bildirdi”
Bu satırlar, Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda ki Üniversite reformu sonrası İstanbul Üniversitesine gelen Türk vatandaşlığına geçen ünlü Alman hukukçusu Ernst E. Hirsch’e ait [1]. 1933 yılında Türkiye‘ye gelen ve önce İstanbul, daha sonra Ankara Üniversitelerinde 20 yıla yakın ders veren, Türk Ticaret Kanunu başta olmak üzere nice düzenlemenin mimarı olan bu değerli öğretim üyesinin, İstanbul’a geldiğinde karşılaştığı ders verme sistemi işte buydu.
1932 yılında bir Üniversite reform önerisi hazırlamak üzere Türk Hükümeti tarafından resmen davet edilen, İsviçreli Pedogog Prof. Albert Malche de, Türkçe bilimsel yayınların eksikliği, düşük ücretlerin yan görevlere yönlendirmesi vb. eksikliklerin yanında en önemli husus olarak ders verme metodunun hiçbir şey vaat etmeyecek kadar eskimiş olduğunu belirtmiş ve bu hususu eleştirilerinin en ağır maddesi olarak kabul etmiştir[2]. Dersin ansiklopedik kitap bilgisi şeklinde verilmesinin (ve bunun ezberlenmesinin beklenmesinin) sakıncalı ve gerçek bilimsel çalışmaya yönelmeyi engellediğini belirtmiştir.
Bugün, üzerinden seksen yıl geçtikten sonra, kürsüde oturarak sadece ders kitabını ya da PowerPoint slaytlarını okuyan ya da kitabın yazarını, yılını, basımevini, öğrencilerin görmeyeceği şekilde kapatılmış kitaplardan satır satır dikte ettiren, öğrencilere soru sormayan, onların soru sormasına izin vermeyen bir öğretim üyesi davranışına hayret etmemek mümkün değil. İyi ama ya seksen yıl sonra bizlerin ders verme biçimimizin de aynı hayretle karşılanmayacağı kim iddia edebilir? O öğretim üyeleri de büyük bir olasılıkla, o yıllarda yaptıklarının doğru olduğuna inanmışlardı
Ülkemizde muhasebe eğitiminde kaliteyi etkileyen, daha iyi ders verilmesini engelleyen birçok kritik faktör bulunmakta. Ancak özellikle, muhasebenin “Kariyer Mesleği” hedefine ulaşmada, teorinin pratikle bütünleştirildiği muhasebe eğitim sistemi eksikliği en büyük handikap. Teorik-pratik dengesinin gözetilememesi, hatta bu dengenin hiç olmaması ve tam 20 yıl eğitim görüp, iş hayatına atılmış birine “okulda öğrendiğin her şeyi unut” sözü en büyük hayal kırıklığı olduğundan emin olabilirsiniz.
Ülkemizde çok değişik düzeylerde verilen muhasebe eğitimlerinde, herhalde bir eğitimcinin ilk sorması gereken soru şudur: “Muhasebe bilgisi hangi düzeyde, nasıl ve ne şekilde verilmeli? Teorik olarak mı? Pratik olarak mı? Yoksa teori pratik dengesini sağlayan teorinin pratikle bütünleştirildiği Mesleki Uyum Eğitim sistem ile mi? [3].
Muhasebe eğitimini yalnızca gelecekte muhasebe alanında (ve de özellikle vergi beyannamesi düzenlemeye yönelik muhasebe faaliyetlerinde) çalışacak kişiler için ele alınması ve bu perspektif de eğitim yapılması yanılgıların en büyüğü. Bu yanılgıya düşen eğitimcileri gelecek kuşakların bağışlamayacağından kimsenin kuşkusu olmasın[4]. Çünkü, telefon rehberi ezberletir gibi hesap numarası ezberleten bir eğitimcinin, “Muhasebe bilimini” belirli kalıplarla öğrencilere aktarması ve kendisinin ezberindeki bu bilgileri tekrar sınavlarda harfiyen geri istemesi için fazla yetkin bir kişi olmaya gerek olmadığı açık. Eğitimde herhalde yapılması en kolay şey, bilgi tekrarı. Zaten buna eğitim demek de ne kadar doğru? Bilinenleri tekrar etmenin en büyük tehlikesi; “neden, niçin, nasıl” sorularını soran bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden “analitik düşünce sistemi”nin önüne duvar örülmesi. “Muhasebe”yi bilim olmaktan çıkarılarak tekdüzen kalıplara sokma isteği. “Zaten çoğu kişi aynısını yapmıyor mu? Bizde aynı davranış biçimini tekrarlayarak görevimizi yapmış oluruz” düşüncesi “Muhasebe Bilimi “nin gelişmesinde en önemli engel. Seksen yıl öncesinden bir farkla; eğitimde çağ atladığınızı, teknolojiyle ne kadar bütünleştiğinizi göstermek için, notlarınızı Power Point slaytlarına dönüştürüp aynen okumakla, dün olduğu gibi görevinizi layıkıyla tamamlamış olmanın en büyük hazını yaşayabilirsiniz. Belki de, ekonomimizi dünyayla entegrasyonu kolaylaştıracak, ekonomik yapınıza uygun “Muhasebe Standartları” geliştirememeniz, teorisyeninde, meslek mensubunun da, uygulayıcının da ortak dili olamaması hep bundandır kim bilir.
Muhasebede teori, konuları sistematik olarak ele almak, tartışmak suretiyle yön vermek, daha iyi ifadeyle daha yararlı uygulamalar yapabilmeleri için katkıda bulunmayı hedeflerken, “Teorinin Pratikle Bütünleştirildiği Eğitim sisteminde” uygulama üzerinde çalışılması gereken konuları belirlemek suretiyle teoriye katkıda bulunur. İkisinin birbiriyle uzlaşmaz değil, tam aksine uyumlu olduğunu kabul etmek bir muhasebe eğitimcisi için temel ilke olmalıdır.
Vak’a, gerçek bir işletme probleminin tarafsız bir tarzda tasvir edildiği ve gerçek olaylara ışık tutan bir metin. Vak’a çalışması. teori-pratik(uygulama) entegrasyonunu içeren, öğrenciye teorik bilgiler verildikten sonra, bu bilgilerin uygulanmasını ve pekiştirilmesini sağlamak amacı ile, eğitim- öğrenim veriminin maksimum kılınmasında önemli eğitim araçlarından bir tanesi. Öğrencinin gerçek iş hayatında bir muhasebecinin karşılaştığı problemlerle karşı karşıya bırakılması ve bu problemleri uygulamada kullanılan metod ve teknikler aracılığı ile çözmeye yöneltilmesi, iş hayatına atıldığında mesleği ile ilgili daha verimli ve başarılı olmasını sağlayacağı açık. Vak’a metodunun uygulandığı derslik/amfi bir simülasyon merkezi niteliğinde ve öğrenci bu merkezde üzerinde çalıştığı ve bir çözüme ulaştığı vak’a problemini gözden geçirmek, çalışmalarında ulaştığı sonuçların yeterliliğini test etme, sınama olanağını bulmakta. Vak’a; hız verici, yönetim usullerini tasvir edici, sistemli analize olanak sağlayan vakalar olarak sınıflandırılabilmekte. Çalışmada geliştirilmeye çalışılan vak’a “Satışların Maliyetinin Hesaplanmasına Yönelik Amprik Bir Çalışma” iki farklı sektörde faaliyet gösteren kurumsallaşmış popüler iki firmanın gerçek verilerini içermekte olup, öğrencilere gelir tablosunun önemli unsurunun nasıl hesaplanacağını öğretmeyi hedeflemekte. Vak’a bilgileri bizzat bu firmalara gidilerek elde edilmiş gerçek verilerden oluşmaktadır.
Sonsöz:
Vak’a yazımını çok ciddi bir iş olduğunun bilincinde olarak, İki farklı sektörde faaliyet gösteren iki firmaya ait gerçek verilerle geliştirilmeye çalışılan Vak’a çalışmamız amatörce yapılmış, bir deneme niteliğinde. Teori ve Pratiğin entegre edilerek eğitime taşınması çok önemli. Günümüzde muhasebe eğitimini veren üniversitelerde dahil tüm kurumlar, muhasebe mesleğinin kalite imajını sürdürülebilir kılmaları, hatta arttırmaları ancak muhasebe eğitim kalitesini arttırmaktan geçtiği yadsınamaz bir gerçek. Muhasebe eğitiminde bu vizyon vazgeçilmez bir paradigma olarak herkesçe kabul edilmek zorunda. Bu şekilde eğitim görme olanağını elde edenler, mesleği en iyi bir biçimde temsil etme yeteneğine (gerekli bilgi, donanım, yetenek ve becerilere) sahip olacağı tartışmasız bir gerçek. Muhasebe eğitiminin; bilimsel olarak sürdürüldüğü, yükseköğretim kurumlarından da aynı beklenti fazlası ile bulunmakta. Bu çalışmayı yazanların hayali ve özlemi, özellikle öğretim elemanlarının “Üniversite-Sanayi “işbirliği kapsamında, firmaların sorunları çözüme kavuşturmalarını sağlayacak sistemlerin en kısa sürede kurulup, işletilmesidir. Üniversitelerde gerçekleştirilecek üretime yönelik bu yeni yapılanma; piyasadan edinilen bilgi ve tecrübelerin üniversiteye taşınmasına, daha yetkin öğrencilerin yetiştirilmesine, uygulamaya dönük bilimsel çalışmaları ortaya konmasına, kısaca üniversitelerin çıktı değerlerinin ülke ekonomisine sinerjik katkı sağlayacaktır.
Referans:
[1] Hirsch, Ernst E. , Anılarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi (Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgämesse Autobiographie), Çev:F. Suphi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 5. Basım, Nisan 2000, s. 245-249. [2] http://guncel. tgv. org. tr/journal/35/pdf/364. pdf, http://www. muhasebevergi. com/content. aspx?id=271 [3] http://www. gokselyucel. net/muhasebe-egitiminin-kalitesini-artirmada-egitimcinin-rolu/ [4] Agk.ETİKETLER: kitap,Atatürk,Mustafa Kemal Atatürk,Türkiye,Ankara,İstanbul,TÜBİTAK