İlk Söz: Kuran-ı Kerimi okurum anlarım. Kimse beni kandıramaz. Aksi bir düşünce, hüsnü zandır belki ama zandır, kesin…Bu bağlamda; okuma birikimi, eleştirel düşünme ve sentez yapabilme becerisi şart.Temel sağlam değilse bina eğreti duruyor. Hatta durmuyor…Tüm kutsal kitaplarda Yüce Yaradanın dört niteliği i-:var etme , ii-egemenlik , iii-tümlü iv-adalet ve hakikat
“Kimileri gelecekten bahsediyor ama kastettikleri geçmiş aslında. Ebedi rücu.”..Gece dünyanın gölgesi. Dünya karanlığa sebep…
“Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız”Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar?
Dört kutsal kitabın ve yüzlerce sayfalık İlahi mesajların ortak paydası, iman ve ahlâk esaslarıdır. Bütün Hak dinlerin ortak paydası ise, “Ahlak”dır. İmanın hakikatine ulaşamayan ve ahlâklı yaşamayan insanlar, giderek yozlaşır ve özüne yabancılaşır. Böylece, görünüşte dinleri, kavimleri, ülkeleri, partileri, kültür ve gelenekleri farklı da olsa, gerçekte düşünce yapıları ve değer yargıları aynı olan “yozlaşmış insan tipi” ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın “cahili insan” diye tanımladığı bu tiplerin hayat felsefeleri ortaktır; Dünya merkezli, servet, şöhret ve şehvet eksenli bir yapıları vardır. Dünya’nın neresinde, hangi dönemde ve hangi seviyede ve statüde bulunursa bulunsunlar; bu tiplerin amaçları, arzuları ve ahlâkları aynıdır: Dünya nimetlerinden azami derecede yararlanmak… Hayatın tadını çıkarmak… Başkalarından farklı ve üstün olmaya çalışmak… Ve bütün bunlara kavuşmak için de kanunlardan ve insanların fark edip kınamasından emin olabildikleri sürece, her türlü hile ve haksızlığı mübah saymak!..
Kimsenin kalbini, din bilgisini, inancını, bilemezsiniz. Kur’an’da, mânevî hayattan soyutlanıp hakîkate kapıları kapanan, mühürlü ve kilitli kalbe sahip olur. O mührü ancak unuttuğu Allah açar. O, hakîkattir. Kalp, ancak, “karanlıkta” olabilir.
“Allah’ın dini yeri göğü, ölümü ve hayatı açıklar, ama bizim yaşadığımız din karı-koca, gelin-kaynana kavgasını bile çözmüyor. Dinin önüne ve sonuna çeşitli sıfatlar ekledik. Oysa kim Allah’ın kitabına bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkarırsa, din aradan çekilir, kişi eklediği ya da çıkardığı ile baş başa kalırdı.
O kadar çok İslam icad ettik ki; Folk İslam, Laik İslam, Euro İslam, Türk İslam, Arap İslam, Fars İslam, Demokrat İslam, Liberal İslam. Bir “Allahsız İslam” kaldı. Zaten o da var artık, dinsiz yaşıyor ama ölünce İslam usulüne göre defnediyor, bir de onun hakkında yalancı şahidlik yapıyoruz.
Allah’ın kitabına uygun işler yapmazsanız haram, resulün sünnetine göre hareket etmezseniz mekruh, ama birilerine göre düşünmezseniz dinden çıkarız gibi bir durum ortaya çıkmakta. Bu nedenle, yolumuz iman, amel ve ahlak.yetiyor olmalı bize!
Din “kültür” oldu gençler için artık. Din, mezhep, tarikat kültürel bir aidiyet olarak algılanıyor. Gerçek hayatta, ekonomi, siyaset, toplum hayatında bir karşıtlığı yok. Haşa, Allah’ı o işlere karıştırmıyoruz. Siyaset ve para ilişkileri bizi ciddi anlamda sekülerleştirdi. Din, biraz ritüel, biraz seremoni ve biraz bütçeye göre ikona. Gerisi gönlünden ne koparsa(!).
Bir “Din kültürü” hocası ile konuştum. İlk okul dörtte din kültürü varmış. O da “kültür” olarak! Semavi dinler, İbrahimi dinler. Onlar da kendi içinde grublaşmış, hepsinin özü bir, onların da temelinde ahlak var. Yani aslında pek birbirinden farkı yok. Yani AVM’den elbise, ayakkabı alır gibi din seçiyorsunuz. Dinler arası fark bilgisayar markası, otomobil markası gibi bir şey. Herkes yerli, yaygın ve milli olanı seçiyor. Din, mezheb ve tarikatlar coğrafi markalar. Genelde İranlılar Şii, Türkler Sünni’dir. Suudiler Vehhabi. Zaten eğitim, media, siyaset, hukuk düzeni, toplumsal ilişkiler buna göre düzenlenmiş. “Semavi Dinler”, Musevilik, İsevilik ve İslam. Felsefi dinler, daha çok Asyetik, Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Brahmanizm filan. Bir riayete göre Türkler Gök tanrıya inanırmış falan. Bunlar da iyilik, güzellik öğütlermiş. Sonunda yine bir şey değişmiyor. Doğuda oturanlar, Batıda oturanlar ona göre sınıflandırılıyor.
Aslında bu iş böyle değil tabii. İlkokuldan başlayarak insanlar önce agnostik hale getiriliyor. Sonra din kültüre indirgeniyor. Sonra dinlerin dayandığı ortak değer “Tanrı” olunca, insanlar “Deist” oluyor.
Okullarda, Mezhep, Tarikat konularına girilmiyor. Artık Kur’an bir dua kitabı gibi anlatılıyor. Hadisler de, onun tamamlayıcı, açıklaması gibi. Ahiret, Cennet-Cehennem gibi konular, çizgi filmler ya da uzay filmleri kadar bile ilgi çekmiyor. Mehdi ve Mesih konusu birçok insan için uzaylılar, uçan daireler kadar ilgi çekici değil. Cin ve Şeytan da artık ezoterik konular. Adını bile anmaya gerek yok, “3 harfli” dersiniz, ya da parmağınızı büküp tahtaya vurursunuz, uğursuzluktan korunmak için. Nazar değmesin diye kapıya kuru kafa asar ya da kolunuza mavi boncuklu bileklik takarsınız. Cennet ve cehenneme gelince, zaten Tanrı (!) “yolun sonu”nda herkesi affedecek ve sonrası bilmiyoruz. “Yakıp ne yapacak ki, kötülük yapmayalım diye bizi korkutuyor. Sonunda affedecek(!).
Kimi tenasühe inanıyor, kimi yeniden başka bir dünyada yeni bir hayata başlamayı ümid ediyor.
Çevrenize bakın, politikacı, bürokrat, akademisyen, birçok kişi, gerçekten Allah’a ve ahiret gününe, gaybe, kadere, rızga, ecele, Meleklerin, Cinlerin, Şeytanların varlığına inanıyor mu?
Bana kalırsa dinden soğumanın en büyük sebeblerinden biri aile, bir eğitim, biri Müslüman etiketli kişi ve kuruluşlar. Güzel örnek olamadık. Dahası, insanlar bize (!) bakıp dinden soğudular. “Biz” deyince ağır kaçtı değil mi? Biliyorsunuz Peygamberler masumdur. Ama Yunus peygamber “İnni küntü minezzalimin / Biz zalimlerden“ olduk demedi mi! Ne çok övünüyor ve ne çok dövünüyoruz. Hani “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim” diyecektik. Atalarımızla övünmeyecektik. İki günü birbirine eş olan aldanmışsa, geçmişle övünmek niye. Geçmişin güzelliklerini geleceğe ve zirveye taşıyanlar için geçmiş bir ibret dersidir ve Atalarımızın manevi mirasını geleceğe taşımak onlar için en güzel şükran olacaktır.
Bakın başarı ya da başarısızlık ayrı bir konu. Kaybedilmiş savaşların kahramanları, kazanılmış savaşların hainleri vardır. Şeyhülislam işini doğru yapmamışsa cehenneme gider, onun kapıcısı, şoförü işin doğru yapmışsa cennete gidecektir.
Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak yaşadığımız zamana ve mekana adil şahidler olacaktık. “Müslümancı” olmayacaktık ama, “Müslümancılık” bile yapamadık. “El Emin” olmayı beceremedik. Dünyanın en muhteşem coğrafyasında yaşıyoruz, şükretmeyi bıraktık sürekli şikayet ediyoruz. Ne tarihini biliyoruz bu toprakların, ne toprağın altında ne var, üstünde var onu da bilmiyoruz. Birbirimizle uğraşıp duruyoruz. Vatan, millet, Sakarya gidiyoruz. Birbirimizle uğraşıyoruz, ama yabancı siyaset, sermaye, sivil toplum, akademisyenlerin peşinden koşuyoruz.
Herkes böyle değil elbette. Her zaman iyi, doğru, güzel insanlar var ama iki felaket sözkonusu; bilgili, dürüst ve cesur insanların devlet ve toplum nezdinde itibar görmemesi ve engellenmesi, ikincisi de kötülerin itibar, güç ve servet sahibi olmaları. İkisi de aynı yanlıştan besleniyor aslında. İşte o zaman “Kahtı rical” dönemi başlıyor. İşte o zaman “bana ne”cilik, “neme lazımcılık” başlıyor, meddahlar, yalaka tipler, münafıklara gün doğuyor. Haksız güç ve servet sahibi olanların kibirleri helaka giden yolu döşüyor. Ademoğulları olarak bizler zor günlerden geçiyoruz. İnşallah aklımızı başımıza alırız. Yoksa gelecek günler geçen günleri aratabilir. İnşallah uyanırız da korkularımızdan emin oluruz. Bugün hepimizin havf ile reca arasında bir yerde durup çokça tevbe etmemiz gerek.
Hani hayatı dönüştürmek için güç ve servet istiyorduk, ama güç ve servetin önce kendine sahip olanları dönüştürdüğünü çok geç anladık. Anladığımızda ise çok geç olmuştu.
Sanırım şimdi yeniden imandan başlayarak, Hılful fudul temelli bir mücadeleye başlamamız gerek. Amentüye imanımızı gözden geçirmemiz gerek. Aileyi, nefsi ve nesli ıslah ile fıtratı korumamız gerek. Aklen ve ahlaken, ilmen tekamül etmemiz gerek. Aklımızla vijdanımızı barıştırmamız gerek ki insan insanla barışsın. Bu iki barış gerçekleşsin ki, insanlar tabiatla barışsınlar, tabiatla savaştan vazgeçsinler.
Günümüzde “İkonalara, seremonilere ve ritüellere boğulmuş bir din var.. Bu din benim dinim değil. Amerikano İslam’, ‘Euro İslam’ ne derseniz deyin, kesinlikle bu ferdi planda vicdanlara, içtimai planda mabetlere hapsedilmeye çalışılan din, yüce yaradanın emrettiği din değil.”
“İnandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başladık sanki”
Okul, televizyon, gazetelerin ramazan sayfalarından öğrenilen Müslümanlıkla ancak bu kadar olurdu zaten. İşte onun için gidip terör örgütlü cemaatlere/tarikatlara kapaklanıyorlar, Bu iş sadece bunlardan ibaret de değil. Bu durum kırsaldaki okumamışlarla ilgili bir sorun değil, akademik kariyer sahibi olup “Akaid”, “Siyer”, “Kelam” ne demek bilmeyen bir çok genç var!?
Bu memlekette aydın-okumuş geçinen bir çok kişi AMENTÜ seviyesinde, İMAN’ı bırakın, BİLGİ sahibi bile değil…Onun içinde bir çok kimse olanları bu perspektifden görmüyor, yorumlamıyor.
Amentü diye okuyup durduğumuz bir metin var ya, orada bir cümle de şöyle der: “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahu teala”.. Hayır ve şer’in Allah’ın iradesi içinde olduğuna iman ederim. Bakın biz “Allah’ın rızası”na talibiz! Ama hayır’ı da, şerri’de yaratan Allah’tır. Bir topluluk Allah’ın ipini bırakmıştır, Allah da onların ipini bırakır. Onları Allah’ın elinden alacak kimse yoktur!
Arabesk bir şarkıdaki gibi “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde Allah’a haşa akıl öğreten bir bakış açısı bir Müslümana yakışmaz.
Siyasilerin de katıldığı toplu dualara bakıyorum, kimi Allah’a akıl öğretiyor, kimi ikna etmeye çalışıyor. Allah’a açık açık neyi nasıl yaratması gerektiği söyleniyor sanki. Araya birtakım aracılar konularak ısrarla, tekrar tekrar istenen şeylerin gerçekleşmesi isteniyor.
Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilirdi.
Yüce yaradan peygamberlerini bile, nimetlerini artırarak ve eksilterek, hatta korku ile imtihan edeceğini söylerken, biz Allah’tan bizi bu imtihanlardan muaf tutmasını istiyoruz sanki.
En iyi bildiğimizi sandığımız şey dua, ama onu da bilmiyoruz. Evet, tamam “Dualarımız olmasaydı ne işe yarardık ki!” de “Kabul olmayan duadan Allah’a sığınırım” diyen Peygamber ne demek istedi aceba!?.
Sadece istemekle o şey olacak mı. Ya da sadece onu dua kalıbında söylemediğimiz için mi olmuyor bazı şeyler? Mesela bütün Müslümanlar aynı zamanda “Mescidi Aksa’nın kurtuluşu için dua etsek” niye etmiyoruz, sadece tek başına dua yeterli olacaksa.
İsra 11’de, “İnsan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu acelecidir” deniyor. Bu ayet bize ne söylüyor?
“İblis bir günah işleyeceği zaman işe önce günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar!”
Allah’ın indinde makamınızı görmek isterseniz, sizi neyle meşgul ediyor ona bakın.
“İman ettik” demekle yakamız bırakılıvermeyecek! “Bizden öncekilerin başına gelenler, bizim başımıza gelmeden cennete girdirilevermeyeceğiz”. “Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek cennete girdirilivermeyeceğiz.” “Kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmadığını, annelerin evlatlarından kaçtığı o gün” yalnız başımıza imtihan olacağız ve hiçbir koruyucu ve yardımcımız olmadığı halde.
Allah yaptıklarımızı, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı, söylediklerimizi ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizi, kapalı kapılar arkasında fısıldaştıklarımızı görmekte, duymakta, bilmektedir.
İbadet ve hayırlarını günahlarına perde yapanlar bilsinler ki, “Habitat ağmalüküm” yani amelleri boşa gitmişti. “Vay o namaz kılanların haline ki” denilenler arasında isimleri yazılanların vay haline! Kitapta 28 peygamberin adı yazılıdır. 4 peygambere kitap verilmiştir. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ya (a.s.), Zebur Hz. Davud’a (a.s.), İncil Hz. İsa’ya (a.s.) ve Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’e (a.s.) indirilmiştir. Ayrıca 10 suhuf Hz. Âdem’e (a.s.), 50 suhuf Hz. Şit’e (a.s.), 10 suhuf Hz. İbrahim’e (a.s.), 30 suhuf Hz. İdris’e (a.s.) gönderilmiştir ki bu “suhuf”ların toplamı 100 sayfa yapmaktadır..
Kur’an-ı Kerim’de adı geçen 30’a yakın peygamberin başına gelenler, onların duaları, İlahi uyarılar kısa kısa bize anlatılır. Bunun sebebi işte onların yaptıkları ve söylediklerinde bizim için işaretler vardır.
Dikkatinizi çekti ise, bazı sure adları bu peygamberlerin adını taşımaktadır ya da onların başından geçen olayları anlatan bir isimle anılmaktadır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın adı 136 defa geçmektedir.
Evet, bu pencereden baktığınızda, nerede durduğunuzu göreceksiniz. Asıl önemli olan nerede olduğunuzdan çok, nerede olmak istediğiniz ve o yolda ne yaptığınız ile ilgili.
Cumhurbaşkanımızın 7 şubat 2018 tarihinde MYK toplantısından..
Birlikte okuyalım
,”Sözde ilahiyatçıların toplumu germesine fırsat verilmemeli.
Bu sözde İlahiyatçıların bir anda türemesi 28 Şubat’taki gibi etki ajanlığı olabilir.”
Yüce yaradanın karşısındaki “kulluk” miracını,
Kendince yargılamak hangi kulun haddine?
Din üzerinden,
Kendine tartışılmazlık ve otorite alanı açmak,
İslam’ın başına gelebilecek en kötü şey.……İlahiyatçıların bir kısmında ki handikap şu :Evvela, İslamdan bahisle kendilerini tartışılmaz konumda görmek. Din eşittir onlar…..Nasıl olsa sorgulayan yok, inanan çok, salla gitsin!…..Kur’an okuyan, hıfzeden her insan kamil veya kamile olmadığı gibi, Onlardan uzak olmayı “bilimsellik” objektiflik sanmak da ahmaklık….Hani bir hikaye var ya…O misâl…
“Yahu ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim; kız değil, erkek; Ayşe değil, İsmail; keçi değil, koç; Azrail değil, Cebrail!….”Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder derler ya!…Bende düzeltmekten vazgeçtim…
Arap İslam, Türk İslam, Fars İslam, Liberal İslam, Laik İslam, Folk İslam, Amerikano İslam, Sünni İslam, Şii İslam, Suudi İslam, Euro İslam, Feminist İslam say sayabildiğin kadar. Önüne sonuna ne eklerseniz ekleyin, geriye kalan İslam değildir. Din, ideoloji, tarih, herşeyin içini boşalttılar.Bu notumuz da şimdilik burada kalsın…
Allah’ım bize hakkı hak, batılı batıl göster.
Hakk’ta toplanmamızı nasib et.
Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazabına uğrayanlardan değil.
Bizi rızanın tecellisinin vesilesi kıl.
Bizim ellerimizle zalimleri cezalandır ve mazlumlara yardım et.
Namaz kılmamak gaflet hali olabilir.
Fasıklık alameti de olabilir…
Çoğunun, “Allah korkusu” dediği, Hâl ile değil, mahalle ilgili.
Mahal değişince de bir şey kalmıyor zaten…
İmtihana girmemiş her fazilet,
Haritadaki menzilden ibaret….
Ne yolu anlatıyor ne yolculuğu….
Menzile varmak için çabalayana selam olsun!…
Ancak namaz kendi başına kişiyi insan yapmaz…. Kendilerini, hele bir de kamera karşısına çıkınca,
Zübde*i âlem sanan kerameti kendinden menkul sözüm ona ilahiyatçıdan ancak bu kadar!.. Giderek herkesin daha çok İslam’dan bahsettiği, Ancak daha az Müslüman olduğu bir âleme yolculuk faslındayız.
Hayırlı sahurlar…
Ahlaki Boyutdan Yoksun, İçselleştirilememiş Bir İbadet. Ne İçin?…
5,0
04.08.2013 13:02:36
A+ A-
Hz Ömer dizisini izlediniz mi bilmiyorum ,ama bu dizi gerçekten güzel bir dizi!…
Aslında dizi haline getirilmiş İslamiyetin doğuşunu ve gelişimini anlatan bir filim…
İslamiyet’in doğuşunu, insanların Hz Muhammed’den etkilenmesini, Hz. Ömer’in Müslümanlığı nasıl seçtiği anlatılmakta..
Tabii ki inananların uğradıkları zulümler , inananların çektikleri çileler de..
Özellikle de İslamiyetin ilk zamanların da!…
Peki İslamiyet ne vaat etti de, Allah’ın Resulü ne söyledi de insanların gözleri kamaştı..
Adalet dedi.. Adillik dedi…Eşitlik dedi.. İnsanların eşit olduğunu söyledi.. Haksızlığa göz yumulmamalı dedi.. Zulme karşı çıktı.. Kibrin, kıskançlığın, dedikodunun, fitneliğin, fesatlığın ,yalancılığın,hasetliğin,nankörlüğün, kulla kulluk etmenin kötü bir şey olduğunu anlattı..Kısacası kadim değerlere sahip çıkılması gerektiğini anlattı…
Birbirlerini sevmelerini, birbirlerinin kuyusunu kazmamalarını ,müslüman olmasa bile onların ötekileştirilmemesini istedi.
İnsanlar etkilendi, ilk Müslümanlar bu sözlerin büyüsüne kapılarak Peygamber’in peşinden gitti..
İlk yıllarda dinin ahlak boyutu ön planda.. Ahlak boyutu etkileyici, Kadim değerler bağlılık cazipt, baş döndürücü, sürükleyici..
İyi insan olmanın, hakkaniyetli insan olmanın, adil insan olmanın, başkasının hakkını yememenin yolu gösterilmekte..
Kimse kimseden üstün değil..
Herkes Allah’ın kulu..
“Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve susuzluktur.
Ve yine nice ayakta duranlar / namaz kılanlar var ki,
namazından elde ettiği şey yorgunluktur.” (İbn Hanbel, 2/373)
Ayet öyle diyor: Şeytan sizi Allah’la kandırmasın.
İblis size sağınızdan, solunuzdan, önünüzden arkanızdan,
aşağıdan ve yukarıdan gelir. Açık bir kapı bulursa içinize girer ve
damarlarınızda dolaşır. Kanın gittiği her yere gider.
Unutmayın, İblisin varlığı günah işlemenizin
bahanesi, gerekçesi olamaz.
Derler ki, “Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye
karar verirse, onu fareye benzetirmiş.”
Dindar biri yalan söylememeli, haram yememeli,
zina etmemeli, içki içmemeli, adam öldürmemeli.
Evet bu doğru.
Ama Müslüman adam bunları yapmaz diye bir şey yok.
Yaptı diye de dinden çıkmaz.
Bunları yapmasa da, bunları meşru görürse,
dinden çıkar.
İblis peşine düştü mü bir insanın ve
o da ona kapıyı bir açtı mı, artık onun işi zor.
İblisin peşinden yürümeye devam eder.
Kim bunlar derseniz, onları görmek için çevrenize bakın bakalım,
yok oldular değil mi?
Onların gittikleri mekanlara bakın bakalım,
eğer yolunuz düşerse tabii, kimlerle dost olmuşlar,
kimlerle beraberler, kibir var mı?
Eski dostları ile ilişkisi nasıl.
Aile, çocuk, eş-dost ilişkileri ne durumda.
Bunlar inandıkları gibi yaşamaktan uzaklaşınca
yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar..
Kimimiz ilmimizle kibirlendik,
kimimiz makamımızla,
kimimin paramızla,
kimimiz şöhretimizle.
Kimimiz bunlara ulaşmak için İblisin yalan vaadlerine kandı,
kimimiz bunları elde ettikten sonra sapıttı.
İnsanoğlu neyi ihtirasla ister ya da neye sahip olur ve
onunla kibirlenirse, Allah onları o şeylerle imtihan eder.
O şeyler, “dua ile istenen bela”ya dönüşür.
Mahkeme kadıya mülk değildir.
Bize İlahlık ve Rablik taslayanlara,
yani bizim üzerimize hüküm koymaya ve
bizi kendi heva ve heveslerine göre terbiye etmeye
kalkanların emri vakilerine her zaman karşı durmalıyız.
Ağuyu altın tas içre, bala karıştırıp sunanların,
yani helale haram katanların yaldızlı sözlerine ve işlerine de kanmayalım bu arada.
Hani onlar, ‘Biz ıslah edicileriz’ diyorlardı da, Kur’an onlar için
‘Onlar bozguncuların ta kendileridir’ diyordu ya!
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Dünü unutmadan, ham vaadlere kanmadan.
Adil şahidler olmak..
Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun,
mazlumdan yana zalimlere karşı olmak ne kadar güzel bir haslet.
Kafanızı kimseye kiraya vermeden,
ne lidere, ne örgüte, ne de şeyhe.
Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinmeden. “
Haksıza karşı, haklıdan yana durarak
o her kimse ve işi ehline vererek.
Aksi zulümdür ve Allah, cahil,
zalim, fasık ve müfsit kişi ve topluluklara yardım etmez.
Onların işlerini sarp dağlara sardırır.
Kazandıkları, para makam ve şöhret,
dua ile istenen bela olur onlar için.
Yunusun dediği gibi:
“……………………
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır.
……………………..”
Yukarıda çok kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade edilen düşünceler toplumun içinde debelendiği,.kısır döngüyü betimlemekte..Toplumları, aileleri, bireyleri sarsan dinin ibadet boyutu ahlaki boyutuyla entegre edilmiş. Bütünleştirilmiş…Gayri müslümler bile ötekileştirilmemiş.Onların inaçlarına;haklarına, hukuklarına ,canlarına,mallarına ve namuslarına helal getirilmemesi için mücadale verilmiş… Müslümanlığın,İslamiyetin hızla yayılmasının sebebi de bu..
Hz. Ömer dizisi bu boyutu çapıcı biçimde anlatıyor..
Bugüne gelelim..
Dinin ahlaki boyutu bazı kesimlerce unuttulmuş, konuşulmaz olmuş..
Her şeyde olduğu gibi, ibadette de herkes gösteriş peşinde….
“İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma!” diyen özdeyişi doğrulamak için umarsız bir tutkuyla haksızlığın, adaletsizliğin, kıskanmanın, pusu kurmanın, arkadan vurmanın, bende olmayan başkasında da olmasın, ben önde olayım da başkası nerede olursa olsun algısının etkisi altında….
Eksiğimizi ve yanlışımızı bize anlatan gerçek dostları değil de; önyargımıza, yerleşik doğrumuza, kalıp düşüncelerimize, kör inançlarımıza, saplantılarımıza, ezberlerimize uygun sözler ederek, kendi bataklığımıza daha fazla saplanmamızı yol açan dalkavuklukları kendimize daha yakın bulma çabası…
Hayatın gerçeği yerine, kendi öz gerçeğini öne çıkarmak isteyenlerin kendilerini anlatırken kullandıkları “kutsal şalların gizlediği gerçeği” görme isteğinde ki azalma ya da yok olması; kör olması….Gerçek yerine yanılsamaların arkasına takılma…
Herkesi kusurlu, kendimizi kusursuz görme….
“Akla nazar değmez” gerçeğini unutup, insanların yüzlerine söyleyemediklerimizi, arkalarından ağzımızı doldurarak anlatmaktan hoşlanmak….
Kendi icadımız olan varsayımlarla oluşturduğumuz düşünce çerçevesini “mutlak doğru” algılamasına kadar taşıma. “Kutsal kitabımız “Kuranı Kerim”i analatik olarak içselleştirmek yerine ,anlamını bilmeden ,başkalarının anlattıklarına körü körüne bağlanma isteği “Kutsal kitabı anlama çabasında kendinden çok başkalarını aracı etme. Onların söylediklerini asıl refarans kaynağı olan kutsal kitabımızdan teyit etmeden”mutlak doğru”olarak Kabul etmek. Bunun için insanlık bu kadar cana mal olan bir serüven yaşamak zorunda mı? Bu coğrafya da yaşadığı acılar yetmedi mi? Yoksa bunlar sonsuzluğa kadar sürecek bir oyunun parçası mı?
“Topluluktan topluma geçiş” sürecini tamamlayamamızın gerekçileri bunlar mı?…
Hayatın “nesnesi” olmayı aşıp “öznesi” olma konusunda hızlı bir ilerleyememenin handikapları bunlar mı?…
Ahlaki boyutunu içselleştirmeden, konuşulmadan ibadet boyutunu hep ön planda tutulması ne kadar doğru. Ya da doğru mu? ..
Bilemem..
Tamam, doğru ibadet önemli de; ibadetin asıl amacı ne?
İslamiyet sadece ibadet mi demek?
Kesinlikle hayır!…
Bizce “ibadet sorunu yok ,ibadetle entegre edilmemiş ahlak sorunu var” ….
Zaten ibadet sorunu hiç olmadı..
Gidin herhangi bir camiye herkes gayet düzgün biçimde namazını kılmakta….. Ben daha saçmalayanı, çuvallayanı, ne yapacağını bilemeyeni görmedim..
Duymadım da..
İnsanlar vecibelerini yanlışsız yerine getiriyor..
Ne kadar mükemmel!….
Bi sorun yok..
Yok da.. Ben kendimi bildim bileli varmış gibi davranılıyor.. Din denilince, İslam denilince, Müslümanlık denilince işin hep ahlakla bütünleştirilememiş ibadet boyutu…..
Okullarda da..
Camilerde de üzerinde durulan bu.. Dinin ibadet boyutu..
Sadece iktidarlar değil, aileler de dinin sadece ibadet kısmıyla ilgileniyor.. Gerisine bakmıyor..
İbadetin nasıl yapılacağını bir an evvel öğretmek..
Bu telaşı görünce, zannedersin ki.. Memlekette ibadet sorunu var..
Yok..
Ama bi sorun var..
Ahlak sorunu var.. İslam dininin bu kısmının konuşulmaması sorunu var.. İbadetten daha önemli görülmemesi sorunu var.. Hayata geçirilmemesi sorunu var..
Dini ibadetle sınırlama sorunu var..
Şu gerçek; çoğu kişi camide başka, cami dışında başka.. İbadet anında başka, ibadet dışında başka..
Adam namazında niyazında.. İbadetini eksiksiz yapıyor, kusursuz yapıyor.. Gelgelelim çalıyor, çırpıyor, önce cebini düşünüyor, kazık atıyor, dedikodu yapıyor, başkasının hakkını yiyor,başkasının namusuna göz dikiyor ,haram yiyor, haksız kazanç sağlıyor, Yalan söylüyor, kula kulluk yapıyor…uzatmayalım dinin yapma dediklerini, uzak dur dediklerini yapıyor..
Dinin ahlak kısmını dikkate almıyor..
Niye mi?
Çünkü ona ibadet kısmı öğretilmiş.. Ahlak kısmından haberi yok..İbadetin ahlakla içselleştirilerek yapılması gerektiğinden bi haber. Müslümanlığa , İslama ne kadar zarar vereceğini düşünmeden, ötekeliştirme eğilimi daha kolay ve yaygın…
Dinin, ibadetle sınırlı olduğunu zannetmekte.. O ibadetin “ahlaklı bir insan olma yolunda yapılan ritüeller olduğunu”düşünmekten uzak. Kendince, en iyi ibadeti, o yapıyor!..Yukarıda anlatılanları teyit eden ibretlik bir hikaye.Birlikte okuyalım:
Efendim delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak..Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.
Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..
İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
“Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”
Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar:
“Âdetiniz böyle değil mi?”
“Ne âdeti?!” der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..
Demiş ki meczub bu kez:
“Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!
Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der..
“Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”..
Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..
Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
“Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı..
Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..”
Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;
“ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
“Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca..
O da der ki:“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı!
Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda..
“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..
Ya işte böyle … Bu kadardır ol hikaye..
Bize düşen ibret almak.
Gelin hepimiz düşünelim bakalım, namazdayken sırtımızda neler var?
Neleri sırtlıyoruz, neyin hamalıyız?
Namaz ki bir gök yolculuğu.. Sevgiliyle buluşma, konuşma ânı..
Hiç insan sevgilisiyle olduğunda aklına başka şey gelir mi?
Hem de nerde?! O huzurda..
Sırtımızda ne var?
Kısacası,gücümüzün sınırlarını bilmenin, gücü kullanma zamanını iyi kollamanın ve gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini hesaplamanın bizi “insanlaştıran” ilkelerden biri olduğunu yüksek sesle birbirimize anlatamadığımızdan.
Öğrenmenin bizi ” ilim sahibi” yapacağını; ama “ilkeli yaşamayı” bir “davranış biçimi ve yaşam tarzı” haline getirmeden “irfan sahibi” olamayacağımızı kendimize anımsatamadığımızdan.
Dürüst, kul hakkı yemeyen, Peygamberimizin ahlakına yakın bir ahlak seviyesine ulaşmış ama ibadette kusurlu, ibadette eksik insan mı makbuldür..
Bazan toplum devlet eliyle saptırılır, bazan da devlet toplum eliyle rayından çıkar. Bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişki tencere-kapak ilişkisi gibidir. Kesinlikle israf ve aylaklığın önlenmesi gerekir. Vergilerin, teşvik, muafiyet ve imtiyazların açık bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerekir. Üretim yoksa ve bir tüketim çılgınlığı sözkonusu ise, hazıra dağ dayanmaz. Üretimde kalite ve maliyet konusunda rekabet edebilir bir durumda mıyız. Bürokrasi engel mi, kolaylaştırıcı bir rol mü oynuyor. Ülkenin milli kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanılabiliyor mu? “En önemlisi bir ülkede zenginlik ve imkanların birkaç elde toplanmasını önleyecek bir yol tutulmalıdır. Yoksa devlet, varlık içinde yokluktan ölür. Bu da tefecilik ve istifçiliğin, gayrimeşru kazanç yollarının piyasaya hakimiyeti ile son bulur” der Bacon.
Bacon, Burjuva ve Aristokrat kesim kışkırtmadıkça halkın kendiliğinden kolay kolay harekete geçmeyeceği görüşündedir. Bugün artık uluslararası sistem STK, media, sermaye grubları, hatta muhalefet üzerinden kontrollü bunalım stratejisini örgütleyebilmektedir. Biden’ın seçildikten sonra Türkiye hakkında söyledikleri hâlâ akıllarda. “Halka hoşnutsuzlukları ile kızgınlıklarını ölçüyü kaçırıp işi azgınlığa dökmeden açığa vurma özgürlüğü tanımak güvenilir yollardan biridir. Öfkesini içine atan, yarası için için kanayan kimse onarılmaz çıbanlar, irinli yaralarla toplumsal öfkeyi daha da büyütürler.” “Yöneticiler kışkırttıkları öfkenin kurbanı olurlar. Yapacakları en akıllıca iş umudu ve güveni canlı tutmaktır” der Bacon aynı denemesinde.
“ ‘Toplumun babası’ olmaları gereken hükümdarların bir partiye bağlanıp yan tutmaları durumunda, devletin, bir yanına çok ağırlık yüklendiği için dengesizlikten batan bir gemiye dönüşecektir. Tıpkı Fransa Kralı 3. Henri’nin önce Protestanları yok etmek için kurulan birliğe girmesi, hemen sonra da aynı birliğin krala karşı dönmesi gibi.” Evet, insan partili olabilir. Ama “Partici” olmamalı, “Partizanca” davranmamalı. Müslüman “Müslümancı” olmamalı, Akıllı “Akılcı” olmamalı. Yüzümüzü Hakka dönmeliyiz. Yoksa “taşlanmış Şeytan” “ıslah edici” maskesi ile gelip, nefsimizin hoşuna giden şeyler söyleyerek, bizi kandırır ve o zaman da kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşarız. İyi bilelim ki, Şeytan ve onun dostları, yol arkadaşları bozguncuların ta kendileridirler. Şeytanın bize oynadığı oyunu görüp gerçeğin farkına vardığımızda ise çok geç olabilir.
İnsanoğlu ne kadar kibirli. Her insan hata yapma potansiyeline sahip. Hatasız kul olmaz. Peygamberler bu anlamda uyarılmış, korunmuş oldukları için “Masum”durlar. Ama yine de onlar çokça istiğfar ederler. Hz. Yunus “inni küntü minezzalimiyn” der. Ne tevbe istiğfar edilip, necasetten ve hades’ten temizlemeye çalışıyoruz, ne de şükredenlerdeniz. Her şikayet ve hep daha fazlasına sahip olma konusunda ihtirasımızı engelleyemiyoruz. Böyle olunca da ortam kifayetsiz muhterislere kalıyor. Herkes birbirini kıskanınca birbirinin malına, makamına tamah ediyor. O zaman da Allah onları biribirine musallat ederek onları cezalandırıyor.
Ne az ibret alıyoruz. Bu anlamda tarih ibretlerle doludur ve ibret alınmayınca da hep tekerrür ediyor.
Bu gibi durumlarda herkes birbirini suçlar, başkalarını eleştirip, öğütleyip durdukları şeyler konusunda kendi nefislerine karşı bir tedbir düşünmezler. Kıskançlık ve kibir onların beynini kemirir durur.
Bana kalırsa herkes, ferden ferde bir tevbeye ihtiyacımız var. Özellikle de kul hakkı konusunda çok dikkatli olmak gerek. Aklen ve ahlaken yücelmedikçe düzelme olmayacak. Çünkü Allah, cahillere ve zalimlere yardım etmeyecek ve onların işlerini sarp dağlara sardıracak. “Ebu Cehil” denilen kişinin zamanının en bilgili, en zengin, en saygın kişisi olduğu unutulmamalı. Ümmi “Cahil” demek değildir. Cahil olan Şeytan ve onun peşinden gidenlerdir. “Kitap yüklü eşekler” Cahil kategorisinde değerlendirilir. Gerçek Cahil, hakikatin bilgisinden yoksun olmaktır. Ve bugün yaşadıklarımız ahlaki zaaflarımızdan ve cahilliğimizden kaynaklanmaktadır.
Beş vakit namaz kılan, din vecibelerini yerine getiren ama hileye hurdaya göz yuman, fitnelik,fesatlık,yalancılık.nankörlük,kıskançlık,haksızlık karşısında susan
Camide başka, cami kapısının dışında başka olan mı?
Sorumuz net.. Hangisi?
ibadet kısmıyla ilgileniyor..
Gerisine bakmıyor..
İslamiyetin ahlaki kısmı yok sayanlar!..
Görmek istemediğiniz kötülükleri,
kapalı kapılar ardında fitne fesatlık
yaparak sahneye koyuyorlar.
Kendi yandaşlarına her türlü menfaat
ve çıkarı sağlama peşindeler.
O kişinin ehil olup olmadığına bakmadan;
İşleri yandaşlarına vermek için yarış içindeler.
Diğerlerini ötekileştirenler boş durmuyorlar.
Ramazan ayı bile bunları durdurmaya
Yetmiyor!….
Çünkü bakmayın onların” Müslamanım” diye
ortalıkta gezinmelerine .
Tek kelime ile “Münafıklar”
siz bakmayınca yok olmuyorlar.
Siz, çoğu kez korkudan, bazen
yapacak daha mühim işleriniz
olduğundan, belki ‘makbul bir vatandaş’
olmanız sebebiyle o kötülüğün
size uğrama olasılığını hiç
kondurmadığınızdan, bazen de
sözcüklerle yeniden hayat verirseniz
ruhunuzun altüst olacağını sezdiğinizden
bakmıyorsunuz. Görmek istemiyorsunuz.
Bakmayan her göz,
karartılan her vicdanla
o kötülük utanç verici bir vahşete dönüşüyor.
Sadece o kişiler değil,
toplum her katmanında tiksindirici
bir meşruiyet içinde debelenip duruyorlar!…
Bu insanlar, Müslüman ve Hz. Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi, Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).
Önceki akşam Hz Ömer dizisini izlerken bunları bir kere daha düşündüm.. Müslüman’ım diyen herkes bir iki dakika düşünse!..
Son Söz: İyi insan demek vatanını seven, vatanı için doğruları ve yanlışları tarafsız ve objektif bir şekilde insanlarına anlatan demektir. Dini sahiplenirken ona hangi manayı atfettiğiniz, mensup olduğunuz inancı nasıl özümsediğiniz, sizi diğer din mensuplarından farklı kılar. Üstelik bu kadim bir hadisedir.“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.” Oysa ahlaktan arındırılmış bir din yorumunun kimseye faydası olmadığı gibi çokça zararı vardır.Hz Muhammed, “La ilahe illallah”, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi. Devesinden indi, asasını havaya kaldırdı. Önündeki ilk puta darbe indirdi. Kendilerinden marifet beklenen Hübel, Lat, Menat, Uzza… Yüzlerce put birer birer yıkıldı. Ancak “put yapma” da “put yıkma” da bitmedi. Put, aksi sanılsa da bir heykel değildi. Üzerine iktidar elbisesi giydirilmiş, büyüdükçe de insandan uzaklaşmış bir hikâyeydi. Kimi zaman taştan topraktan, kimi zaman etten kandan, kimi zaman paradan ya da güçten putlar yaratılmaya devam etti. Eksik olmasınlar, her devrimci de eylemine “putları yıkıyoruz” diye başladı. Onun için din dahil mensup olduğumuz tüm kimlikleri sahiplenirken önce kendimizle ve toplumumuzla yüzleşmemiz gerek. Bu kimlikleri bir rütbe, ikbal için mi taşıyoruz; yoksa gerçekten o kimliklerde gördüğümüz değerleri yaşamak için mi? Önce burada anlaşalım.
Sağlıcakla kalın!
Günleriniz hep aydınlık olsun!
Yüreklerindeki sevgi daim olsun!
Yüreği “Berkehan” ve “Bilgehan Deniz” Kadar temiz olan tüm insanların!
OE -04.08.2013
———————————-
Ünlü işadamına “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soracak oldum, “Ramazan iyi gidiyor ama, iftar konusunda dertliyim” dedi ve de anlattı… ”Bizim aile Anadolu kökenli. Bizim örf ve âdetlerimize göre iftar önemlidir. Aile iftar sofrasında bir araya gelerek oruç açar. İhtiyaç sahiplerine iftariyelik gönderilir. İftar saati iş saatine rastlıyor ise, işyerinde çalışanlar için iftar masası hazırlanır.
Şimdilerde İstanbul’da bir iftar daveti modası çıktı ki… İnanılmaz. Şirketler, işa…damları, politikacılar otellerde, lokantalarda iftar daveti düzenliyorlar. Herhalde belli bir işadamları ve önde gelen kişiler listesi var ki, bu listede isimleri yazılı tanıdık, tanımadık, niyetli, niyetsiz genelde hep aynı kişiler iftarlara davetli. Benim de işim dolayısıyla, ismimin öne çıkması nedeniyle listede ismim olmalı ki, hemen her gece bir veya birden fazla iftara davetliyim. Evde, çoluğum çocuğum ile iftar sofrası başına oturamaz oldum. Gitme diyeceksiniz. Gitme demek kolay… Az çok ilişkimiz var. Gönül koyuyorlar.”
Faturayı kim ödüyor
“Bir başka sorunum daha var. Davette oruç açarken günaha girdiğimi düşünüyorum. Çünkü paranın davet sahibinin helal kazancı ile mi ödendiğini, yoksa faturaların davet sahiplerinin şirketlerinin veya görevli oldukları kurumların hesabına masraf yazılarak vergiden mi düşüldüğünü bilemiyorum.”
Ünlü işadamımızın “iftar sofrasının masrafının, helal kazançtan karşılanması” uyarısı çok önemli. Ne yapalım, hayat bu. Öylesi de var, böylesi de…
Bir okunma:
Orhan ELMACI
Mübarek Ramazan ayının neredeyse yarısına ulaştık.
Bu ayda özellikle de oruç tutan “inananlara”
Allah sabırlar versin diye sözlerime başlamak isterim!…
Elif: Arapca da ilk harf.
Düz bir çizgi.
Sayı değeri bir.
Anlamı:
Tanıdık,
dost,
doğruluk,
dürüstlük,
dümdüz olan,
eğrilmesi kırılması olmayan,
ince sade bir sızı,
ışık saçan,
hatta güzel bir kız, vs. kısacası,
Elif demek hayatımızın anlamı.
Elif in noktasi üstüne yatık 9 gibi olan
“ötüre” ile yapilir ki,
bu mesar!!.. gibidir.
Veya Elif in yanina bi nokta konursa
bunun okumasi: ” Ahhh” diye olur.
Be:
Arapça da ikinci harf.
Bir tek Nokta.
Sayı değeri iki.
Anlamı: Ahad!!..
Delil.
İspat.
Yaşam kaynağı.
Kur’ân, Besmele`nin başı
“B” ile “B”nin altındaki Nokta’dan başlar.
Çok ilginç ve şaşırtıcı!!..
“B”deki Nokta`nın yukarıya doğru uzamışı da
“Elif”!!..
Elif, nereden gelir??
Nokta’ dan!!..
Bir şekil çizmek istediğiniz zaman nokta ile başlarsınız.
Önce, nokta oluşur.
Sonra noktayı yukarıya ya da aşağıya
doğru uzatırsınız.
Noktalar sıralanır ve şekilden farklı
bir anlatımlar meydana gelir.
Ya da yatık bir çizgi ve onun
kaynağı olan nokta!!..
Kitaplar böyle yazıyor!…
Nokta!!..
Hep nokta!!.
Hiç açılıp saçılmamış!!..
Nokta!!..
Yani Bé
Harfler, ise Nokta dan
Elif’e uzayıp çeşitli
şekillere bürünmesiyle oluşmuş!!.
Ve de her bir harf
“nokta”ların bir araya gelmesiye
meydana gelmiş.
Noktalar öyle sık bir araya gelmiş ki
biz noktaları hiç farketmeyip,
harfler var sanmışız!….
Harflerin ana kaynağı nokta olduğu nedense
hep dikkatden kaçmış,
unutmuşuz,
önemsememişiz.
Hani bir söz var ya,
“Damla derya ya düştüğünde yok olduğu sanılır
ama damla derya da hep vardır ve içinde saklıdır.”
Hallâc-ı Mansûr’un durumuna düşmemek için
derinlere dalmak istemiyorum!..
Bütün bunları neden yazdım?!..
Bana göre Dünyanın en seçkin bu coğrafyasında
Anadolu da İki sevgilinin Aşk ını,
bunların kavuşmasını önleyen engellerle
mücadelesi ni anlatan beni en çok etkileyen
Türkü’ lerin başında Kütahya’nın Türküsü
” Elif dedim be dedim ” gelir.
Aman Allah ım!!..
Bu nasıl duygudur!!..
Bu nasıl Aşk tır!!..
Bu nasıl mucize bir sözdür!!..
Öyküyüde kısaca anlatırsak..
Genç bir adam Elif isminde bir kızı sever.
Elif de ona sevdalanır. Fakat genç adam
o eski zamanların ince hastalığı olan Verem e yakalanmıştır.
Elif’in ailesi, bu durumu görür ve kızını
onunla evlendirmek istemez.
” Git tedavini ol gel öyle Elif i al ” derler.
Bunun üzerine genç adam çok sevdiği
Elif inin aşkı için hastaneye yatar.
O dönem koşullarında iyileşmesi olanaksızdır.
Öleceğini bile bile genç adam tedaviye
devam ettiği için Elif’e bir haber gönderir..
“Ölüm, ölüm dediğin nedir ki gülüm ben
senin için yaşamayı göze almışım” der.
Elif ten yanıt gelmez.
Fakat zaman ilerledikçe genç adamın hastalığı artar.
Genç adam hastanede yattığı sürede sadece Elif’ ten
haber almak bir de içindeki yangını söndürmek için
( yaşamının kaynağı olan ) yanlız su içmek ister.
Yemekten kesilir. Ancak kızın ailesi bir kez bile
görmesi için Elif’i onun yanına yollamaz.
Hastalığının arttığını, tabutunun bile hazır olduğunu
Elif’ine türkü içinde ağıt halinde yazan genç adam,
hastanede yattığı sürede bu türkünün sözlerini
yazıp şapkasının içine saklar.
İyileşemez ve çok sevdiği Elif ini göremeden ölür.
Cenazesi köyüne getirilir. Şapkasının içerisinden
yazdığı sözler bulunur ve ailesi tarafından bestelenmesi istenir.
“Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm
Ben senin yaşamayı göze almışım..
Elif dedim be dedim aman
Kız ben sana ne dedim
Guş ganedi kalem olsa aman
Ah yazılmaz benim derdim
Elif im noktalandı aman
Az derdim çokçalandı
Yetiş anam yetiş bubam aman
Ah mezarım tahtalandı..
İşte böyle !…..
Hayatımın hiç bir döneminde bu kadar
ünlem işareti olan bir yazı ne okudum
ne de yazdım. Günümüz TV dizelerinin
derin vadilerinde Mum dan aşklara fon
müziği olan bu Türküyü dinleyipte gerçek
öyküsünü bilmeyen, bilipte gizleyen
kendilerine göre mizansel ekleyip görsel
olarak insanlara yanlış anlatan,
anlamayan,
anlayıpta düşünüp ağlamayan insanların
ruh halinden şüphe ederim.
Yanlış..
Hemde çok yanlış.
Gerçek Elif’e Bé’ ye haksızlık ettiniz.
This Post Has 0 Comments