Skip to content

Supercharged Capitalism….

İsviçre bankası Credit Suisse bu yıl on üçüncüsünü yayınladığı “Sevet Raporu” na göre: küresel çapta 5.3 milyar yetişkinin sadece yüzde 1.2’si küresel servetin yüzde 47.8’ini elinde tutuyor. “En alttakiler”, yani yetişkin nüfusun yarısı, 2.8 milyar kişi ise sadece yüzde 1.1’ini.
Soru Şu : Açlık ve Yoksulluk yazgı mıdır? Servette adalet bu mu?


https://bit.ly/2NVdnDQ

Philip Alston, Covid-19 has revealed a pre-existing pandemic of poverty that benefits the rich                    https://bit.ly/3kEziKW (*)

İlk söz:Halk sizden daha fakir olmasına rağmen para hırsıyla hiçbir zaman size ihanet etmedi, ancak siz hepimizden daha çok servete sahip olmanıza rağmen kazanma hırsı uğruna birçok utanç verici suç işlediniz.

Tarihin en keskin yasalarından bir de şudur:Lüksler zamanla gereksinim haline gelir. ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar.Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hale gelirler. Bu arada  yoksulluğun en kötü yanı paranızın ya da eşyalarınızın olmaması değildir. Yoksulluğun en kötü yanı “hiçlik ” duygusudur.Önemsiz, değersiz olduğunuz duygusudur.

Ne istediğini bilmeyen,tatminsiz ve sorumsuz insanlardan daha tehlikeli bir şey olabilir mi?

Big Bang olarak adlandırılan bir şeyle madde,enerji,zaman ve uzay ortaya çıktı.Evrenimizin bu temel özelliklerinein hikayesine fizik diyoruz.

Bunların ortaya çıkışından yaklaşık 300 bin yıl sonra madde ve enerji,atom adını vrerdiğimiz daha karmaşık yapılar ortaya çıkardılar,bunlarda zamanla birleşerek molekülleri oluşturdu.Atomların ,moleküllerin ve aralarındaki etkileşimin hikayesine kimya diyoruz.

yaklaşık 3.8 milyar yıl önce,Dünya adı verilen gezegenda,bazı moleküller organizma adı verilen oldukça geniş ve karmaşık yapılar oluşturdular.Organizmaların hikayesine biyoloji diyoruz.

Yaklaşık 70 bin yıl önce İnsanoğluna ait organizmalar,kültür adını verdiğimiz daha karmaşık yapılar oluşturdular.Bunu takip eden insan kültürünün gelişimine tarih diyoruz.

Tarihin akışını üç önemli devrim şekillendirdi:Yaklaşık 70 bin yıl önce başlayan Bilişsel Devrim,12 bin yıl önce bunu hızlandıran Tarım Devrimi  ve tarihi sona erdirip bambaşka bir şeyi başlatabilecek yalnızca 5 bin yıl önce başlayan Bilimsel Devrim.

Smith ‘in, insanların bencil bir şekilde kâr artırma dürtüsünün, kolektif zenginliğinin temeli olduğu iddiası insanlık tarihinde en devrimci fikirlerden biridir. Smith aslında şunu söyler: açgözlülük iyidir ve ben zenginleşerek sadece kendime değil, tüm topluma fayda sağlıyorum. Simith insanlaraekonominin bir “kazan-kazan durumu”olduğunu yani birinin kârının sizin de kârınız olduğunu düşünmeyi öğretti.Hem aynı anda daha büyük bir dilim pastamız olabilir,hem de senin diliminin büyümesi benim dilimiminbüyümesine bağşlıdır. Eğer ben fakirsem sen de fakirleşirsin.Çünkü senin ürünlerinden ve hizmetlerinden alamam.Eğer ben zenginsem sen de zenginleşirsin. Çünkü bana bir şeyler satabilirsin.Smith zenginlikle ahlak arasındaki  geleneksel paradoksu yıkarak,  ve pasta büyüyüncede bundan herkes fayda sağlıyorduzenginler için cennet kapılarını açmış oldu.Zengin olmak ahlaklı olmak demekti.Smifh’in hikayesinde insanların komşularını sömürerek zengin olmasını değil, toplam pastanın büyüklüğünü artırarak zengin oluyorlardı bundan herkes fayda sağlıyordu. Bu mantıkla  zenginler toplum için faydalı ve en hayırsever insanlardı çünkü büyüme çarklarını herkes için döndürüyorlardı. Ancak ne yazık ki durum böyle devam etmedi belki de hiç böyle olmadı.(*)

kapitalizm , ekonominin nasıl işlediğine dair bir teori olarak ortaya çıktı. Bu teori  hem paranın işleyişine dair bir açıklama sunarken hem de kârın üretime  yatırılmasının hızlı,ekonomik büyüme sağlayacağını idda ediyordu. Kapitalizm zamanla ekonomik bir doktrinden öteye geçerek,belli bir etik, yani insanların nasıl davranacağına , çocukların nasıl eğiteleceğine,hatta nasıl düşünmeleri gerektiğine dair bir öğreti haline geldi. En iyisinin ekonomik büyüme olduğu veye en azından en iyinin bir aracı olduğu, zira adalet ,özgürlük hatta mutluluğun bile ekonomik büyümeye bağlı olduğu,kapitalizmin temel öğretisidir.

Modern ekonominin tarihini anlamak için tek bir kelimeyi iyi anlamak gerekmektedir.Bu kelime aynı zamanda kapatilizminde temel kriteridir.Bu kelime:büyüme. Tarihin büyük bir bölümünde ekonomi genellikle aynı büyüklükte kaldı. Küresel üretim büyüdü ancak bu büyüme,yeni torakların yerleşime açılması ve nüfus artışının bir sonucuydu ve  kişi başına düşen üretim de sabit kaldı.Modern çağda ise bu tamamen değişti.1500’li yıllarda küresel mal ve hizmet üretimi 250 milyar dolar iken logaritmik büyümenin bir sonucu olarak bugün 60 trilyon dolar oldu.daha da önemlisi o yıllarda kişi başına düşen yıllık üretim 550 dolarken bugün yıllık 8800 dolarlık üretime ulaştı. Emperyal kapilaizmin sihirli döngüsü “geleceğe olan güven” ve geleceğe olan güvenin finansal boyutu da “kredi” olmuştur. Kredi ,gelecek karşılığında bugünün inşa edilmesine olanak sağlar.Gelecek kaynaklarının bugünkü kaynaklardan çok daha fazla olacağı hipotezi üzerine kurgulanmıştır. Diğer bir deyişle ,gelecekteki gelirle şimdiki zamanda harika işler yapmak için kullanınca ve harika fırsatların ortaya çıkabileceği varsayımı öngörülmüştür. Küresel pasta aynı kalıyorsa krediye yer yoktur, çünkü kredi bugününpastasıyla yarının pastası arasında ki farktır. Bu notumuz şimdilik burada kalsın.

Tarih boyunca üst sınıflar hep alt sınıflardan daha akıllı,daha güçlü ve daha iyi olduklarını idda ettiler,ama çoğunlukla kendilerini kandırıyorlardı.Fakir bir köylü ailesinde doğan bir bebeğin kralın oğlu kadar zeki olma hatta daha zeki olasılığı hep vardı.

Dünyadaki herkes varlıklı küresel oyun kurucunun sahip olduğu yaşam koşullarını sağlamak için birkaç gezegene daha gereksinimimiz var ancak elimizde ki sadece bu..Hal böyle olunca., Küresel servetin %82’sinin % 1’in sahip olduğui, %99’un ise kalan %18’lik serveti paylaştığı bir dünyada barışı nasıl sağlanabilir? https://www.wfp.org/countries/yemen

 Nobel Ekonomi Ödülü küresel yoksulluğu azaltmak için çalışan üç ekonomiste verildi..https://bbc.in/2qdC6YM

2019 Nobel Ekonomi Ödülü’nü küresel yoksulluğu azaltılmasına yönelik katkılarından dolayı Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer kazandı.

Ödül Komitesi’nden yapılan açıklamada, MIT’den Fransız asıllı Amerikalı ekonomist Esther Duflo ile aynı üniversiteden Hindistan asıllı Amerikalı ekonomist eşi Anbhijit Banarjee ve Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Amerikalı kalkınma uzmanı Michael Kremer’in yoksulluğa ilişkin deneysel çalışmalarıyla bu ödüle layık görüldüğü belirtildi.

Duflo, bu ödülü kazanan ikinci kadın oldu. İlk ödülü 2009’da Elinor Osttom kazanmıştı. 46 yaşındaki Duflo ayrıca, 50 yıllık Nobel Ekonomi ödülü tarihinde bu ödülü alan en genç kişi oldu.

Esther Duflo, ödülün ekonomi alanında çalışan diğer tüm kadınlar için “hak ettikleri yeri bulmasını sağlamasını umduğunu” söyledi.

Duflo İngiltere’de yayımlanan Guardian gazetesinin sorularını yanıtlarken Abhijit Banerjee ve Michael Kremer’le yoksulluğun kökenini bulmaya odaklandıklarını belirterek “Siyasetçiler, sık sık nedenlerini anlamadan yoksulluk konusunda genelleme yapıyor. Sorunları kendi başlarına ele alıp bilimsel olarak incelemek istedik” dedi.
Dünyada her yıl 5 milyon çocuk açlık ve hastalık nedeniyle 5 yaşına gelmeden hayatını kaybediyor. Buna karşılık 2019 yılında dünyanın en zengin 20 insanının toplam serveti 1,2 trilyon dolar. Bu tutar küresel servetin yüzde 14’ü….
Bu yılın kazananları, küresel yoksullukla mücadelede güvenilir sonuçlar elde etmek için yoksulluk sorununu daha küçük ve yönetilebilir sorunlara bölerek belirli bir alanda, en etkili müdahalelerin neler olabileceğini ortaya koymaya çalıştılar.
Ödülün sahipleri yoksulluğun genellemeden uzaklaşılarak `bilimsel metotlarla` ve her bir alt meselenin ayrı ayrı ele alınması gerektiğini savunuyorlar. Temel mesaj, büyük sorunların tek bir çözümünü bulmanın ve tamamıyla baş etmenin olanaklı olmadığı, sorunlarin nedenlerine inilerek yapısal çözümlerin geliştirilmesinin gerekliliğine vurgu yapmaları.
Dileğimiz, tüm insanlığı utandıran bu sorunun çözümlenmesi ve hepimizi bu ağır insanlık yükünden kurtarmaları.

  Bugün 1 milyara yakın insan günde 1 dolardan az,1,5 milyar insanda 1 ile 2 dolar arasında kazanıyor. 2016’nın başı itibarıyla dünyada altmış iki kişinin varlığı en yoksul 3,6 milyarınkine tekabül ettiğini yazıyor kitaplar.Dünya nufusunun 7,6 milyar olduğu düşünüldüğünde,almış iki milyarderin,toplam nüfusun yarısının varlığına sahip olduğu anlamına geliyor.

  Servet dağılımı küresel düzeyde, bölgeler-ülkeler arasında, ülke içinde cinsiyete, etnik kökene  göre de adaletsiz dağılıyor…https://goo.gl/CPrqcs Büyük sayılar nedeniyle, normal koşullarda en küçükler kitleyi temsil edenler çan eğrisinin solundaki bir aralığı temsil ederken, en büyükler de sağında kalan daha küçük bir azınlığı temsil ediyor Çoğunluk ise çan eğrisinin merkezine yakın yerde toplanır.Kuşkusuz, büyük kitleler türdeş eşya gibi değil homojen bir yapı, işlev ve kültürleri yok, kendi içlerinde bir hiyerarşileri, iş bölümleri bulunuyor.Hiyerarşi ve işbölümü kitlelerin zihinlerinde meşrulaştırılır ve uzlaşma sağlanıyor.

 Dünyanın en zengin 8 kişisi dünya nüfusunun yarısı servete sahipmiş. Sanayi Devriminden bu yana bireysel gelirlerde yaşanan bu en büyük yeniden dağılıma Supercharged capitalism deniyormuş: Tarihte hiç görülmemiş daha önce bu…2017 Küresel Servet Raporuna göre:: i-Küresel servet 280 Trilyon$. ii- Dünyanın En Zengin %1’i kalan %99’dan daha varlıklı.iii-Bölgesel dengesizlikler:ABD’ye çok Afrika’ya servet yok. iv-8 Milyarderin v- serveti en yoksul %50’nin sahip olduğuna eşit…

 The World’s Billionaires  http://bit.ly/2nad5cL / http://bit.ly/2BFmj68

Milyar $ serveti olan kişi sayısı 1) ABD:540 2) Çin:251 3) Almanya:120 4) Hindistan:84 5) İngiltere:50 12) TÜRKİYE :30 TR / Milyarder:%1.65

wef.ch/2jqDK3I  #wef17

The Post-Crisis World: The World Economy in the Aftermath of the Great Financial Downturn (author: Krzysztof Czubocha)

Küresel ekonominin bugün içindeki en büyük sorunu, “eşitsizlik” ve “sosyal dışlanma” oluşturuyor. Ötekileştirme, yabancılaştırma, dışlama bir yandan etnik, cinsiyet ve dini mezhep ayrımcılığıyla beslenir, açık şiddete dönüşürken, bir yandan da demokrasi -özellikle katılımcı demokrasi- kurumlarına olan güveni temelinden sarsıyor, geniş insan yığınlarını açık faşizme, baskıcı rejimlere, otoriterliğe mahkûm (ve hayran) kılıyor.
Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı tarafından yayımlanan 2018 Dünya Eşitsizlik Raporu (*) ilginç.. Rapor, gerek gelir, gerekse servetlerin dağılımındaki eşitsizliğin 2018 itibarıyla belki de insanlık tarihinde görülmemiş bir boyuta ulaştığını belgeliyor. Rapor yazarlarına göre, iki dünya savaşı arasında göreceli olarak düzelme gösteren gelir (ve fırsat) eşitsizlikleri, özellikle 1980 sonrasında derinleşecek ve 2018’e gelindiğinde yerkürenin hemen her köşesinde yadsınılamaz bir gerçekliğe dönüşecektir. Nitekim, 1980’den bu yana dünya ekonomisinde büyüyen refahtan en yüksek gelirli yüzde 1’lik kesimin aldığı pay, altta kalan yüzde 50’lik kesimin payının iki misli oranda olmuştur. Nüfusun en yüksek gelirli yüzde 10’luk kesiminin milli gelirden aldığı pay Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 37, Çin’de yüzde 41, ABD ve Kanada’da yüzde 47, Brezilya’da yüzde 55, Ortadoğu ülkelerinde ise yüzde 61’e ulaşıyor.
Dünyada en yüksek gelirli yüzde 1’lik nüfusun milli gelirden aldığı payın ortalaması yüzde 27; buna karşın aşağıda kalan yüzde 50’lik nüfusun aldığı pay ortalama sadece yüzde 12. Avrupa’da bu oranlar sırasıyla yüzde 18 ve yüzde
14. Eşitsizlik Laboratuvarı’nın rakamlarını tamamlayan OXFAM çalışmaları, 2016 itibarıyla yaratılan servetin yüzde 82’sine dünyanın en zengin yüzde 1’lik nüfusu tarafından el konulduğunu belgeliyor. Gelirin eşitsizliği, fırsat eşitsizliği ile birlikte başat gidiyor.
ABD’de en zengin yüzde 1’in elde ettiği gelir Büyük Buhran diye anılan 1930’lar öncesinden bu yana en yüksek ivmesini yaşamakta. Kabaca 14 bin aile (nüfusun binde biri!) Amerikan gelirinin yüzde 22.2’sine sahipken nüfusun yarısı gelirin sadece yüzde 3’ünü kazanabilmekte. Bu haliyle Amerikan ekonomisi yüksek duvarlar ve hendeklerle çevrili şatolarda yaşayan derebeylerine karşın binlerce topraksız serfin yaşam mücadelesi verdiği ortaçağ karanlığını andırıyor.
ABD’de gelir eşitsizliğinin ana kaynağının eğitim sistemindeki fırsat eşitsizliği olduğu belirtilmekte. 1980’lerin neoliberal (hakem-?) devletinin uyguladığı maliye politikasındaki vergi eşitsizlikleri de net gelir eşitsizliğini körükleyen bir ikinci unsur. Avrupa’da ise sosyal refah devletinin kazanımlarının ticarileştirilerek tasfiye edilmesi ve yeni rant araçlarının bir uzantısı haline getirilmesi eşitsizliğin bir diğer yönünü oluşturuyor.
Bu karanlık koşulların yarattığı çaresizlik ve yıkım, TrumpBolsonaro ve benzeri dikta heveslilerinin ötekileştirme ve yabancılaştırmaya dayalı şiddeti yücelten siyasetlerinin de ana kaynağını oluşturuyor.
(*) Dünya Eşitsizlik Raporu, 2018. https://wir2018.wid.world/ (**)

The great financial crisis of 2008/2009 precipitated substantial changes in the world economy, national economies and the world balance of power. Economists coined the term “the new normal” to describe the post crisis world. The new world order will be characterized by increased state intervention, a recession generation, the disconnect between the fate of big companies and labor, the end of upward social mobility, increased state capitalism, changes to the process of globalization and the growing influence of international capital on national economies. Advanced economies will undergo a period of economic stagnation whereas emerging economies will grow at a much faster pace. As a result, the world balance of power will change. Western countries will lose their influence as their share of the world economy will diminish. A new multi-polar world will be created in which Western economic rules and values will no longer be emulated. Free market capitalism, human rights and democracy will be weakened.

http://www.e-finanse.com/article.php?art=156

http://www.nber.org/papers/w14656

http://economistsview.typepad.com/economistsview/2007/09/robert-reich-ho.html

https://www.credit-suisse.com/media/assets/corporate/docs/about-us/research/publications/csri-getting-over-globalization.pdf

http://voxeu.org/article/greatest-reshuffle-individual-incomes-industrial-revolution

Son söz: 

    Açlık; fakirleri doyuramadığımız için değil, zenginleri doyuramadığımız için bitmiyor.Dünyada artık doğal kıtlıklar kalmadı ,sadece siyasi kıtlıklar var. Eğer Dünyada insanlar açlıktan ölüyorsa,bu küresel güçler böyle istediği için oluyor..Kapitalist düşünürler  sürekli insanlara telkinde bulundu “Merek etmeyin her şey yoluna girecek.Ekonomi büyüdüğü takdirde her şey yoluna girecek.Ekonomi büyüdüğü sürece piyasanın görünmeyen eli her şeyin çaresine bakacak”Böylece hiç kimse ne olduğunu, nereye gittiğimizi anlamadan göz açıp kapayıncaya kadar büyüyen,gözü doymayan bu kaotik sistem kutsandı…Biliminsanları yaklaşan tufanı durduramazsa bile,en kötü ihtimalle,geride kalan milyarları boğulmaya terk ederek zenginlere yüksek teknolojili bir Nuh’un gemisi yapabilirler..Kim bilir?

Referans:

  (*)Kapitalizm, kârın tekrar üretime aktarılmasıdır. Kapitalizm “kapital” yani sermayeyi zenginlikten ayırır..Sermaye,üretime adanmış para,ürün ya da kaynak demektir. Zenginlik ise,toprağa gömülmüş ya da üretken olmayan faaliyetler için harcanandır.

Uluslararası dolar terimi, bir ABD dolarının ABD’de alacağı kadar mal miktarının belirli bir ülkede alınabilmesini sağlayan parasal tutarı diye yazıyor kitaplar…

(**)Erinç Yeldan,”Küresel eşitsizlik”

 ii-  Bloomberg Billionaires Index     https://www.bloomberg.com/billionaires/

Sinemanın mucitlerinden lumière kardeşlerin, Fransızlara dünyanın dört bir yanındaki sömürgelerinden görüntüler izletmek için çektikleri filmden bir kısım. Fransız kadın, Çinhindi’nde yerli çocuklara yem verir gibi pirinç atıyor..https://www.youtube.com/watch?v=WTsMSltvxLI

(*)

Alston, 2014-2020’de Birleşmiş Milletler’in (BM’nin) Aşırı Yoksulluk ve İnsan Hakları Özel Raportörü olarak görev yapmış; bir rapor hazırlamış. The Guardian gazetesinde 11 Temmuz’da yayımlanan makalesinde bir değerlendirme yer alıyor. Makale şöyle başlıyor: “Koronavirüs dünyayı perişan ederken en ağır etkisi yoksul insanlar ve marjinalleşmiş topluluklar üzerinde gerçekleşiyor. Yüzlerce milyon insan yoksulluğa ve işsizliğe mahkum oluyor. Pek azına acınacak düzeyde destek ulaşıyor. Açlık, barınaksızlık ve tehlikeli işler dört nala yaygınlaşıyor.”

Bunlar, BM Özel Raportörü’nün yedi yıllık araştırmasının bitim tarihindeki (Temmuz 2020’deki) tespitleridir. Bu trajik durum korona salgını yüzünden ortaya çıkmadı. Alston, evveliyatına odaklanıyor:

“Koronavirüs esasen var olan yoksulluk hastalığının üzerindeki kapağı açmıştır. Yoksulluğun, aşırı eşitsizliğin ve insan haklarına karşı umursamazlığın yeşermekte olduğu bir dünyaya uğramıştır. Öyle bir dünya ki, burada hukuk ve iktisat politikaları güçlülerin servetini yaratmak ve geliştirmek üzere tasarlanmıştır; yoksulluğa son vermek için değil…”

Peki, bu yoksulluk ve eşitsizlik salgın öncesinde niçin algılanmadı? Philip Alston, açık bir yanıt veriyor: Yoksulluk, algılanamayacak biçimde tanımlandığı için… Üstelik dünya çapında eşitsizliği daha da artıracak politikalar, yoksulluğu ortadan kaldıracak “cennetin anahtarları” olarak ilan edilmiş; uygulamalar durumu daha da ağırlaştırmıştı.

“Yanıltıcı” yoksulluk tanımı, Dünya Bankası’na (DB’ye) aittir: Kişi başına günde 1,90 dolarlık bir gelir düzeyi1… Bu düzeyde yaşayan yüzlerce milyon, ekonomik büyüme sonunda yoksulluktan kurtarılacaktır. Ancak, büyüme stratejileri ulusal iktidarlara bırakılamaz. Dünya ekonomisinin kumanda merkezlerinde tasarlanan neoliberal iktisat politikaları gereklidir. Alston, bu programı ve uygulanmasını şöyle özetliyor:

“Kuralsızlaştırma, özelleştirme, şirketlere düşük vergiler, paranın ülkeler arasında kolayca hareketi ve sermayeyi özellikle koruyan yasal düzenlemeler… Hepsi büyümeyi sağlayacak yöntemler olarak yüceltildi. Aşırı-zenginlere vergi indiriminden başlayıp küresel Güney’den servet aktaran mega-projelere kadar uzanan uygulamalar, yoksulluğu azaltan çabalar olarak alkışlandı.”

Alston “resmî sonucu” özetliyor ve yanıltıcı buluyor: 1990-2015 arasında dünyanın “aşırı yoksul nüfusu” 1,9 milyardan 736 milyona düşmüştür. Ne var ki bu değişimin büyük bölümü, bu dönem boyunca nüfus artışını durdurarak çok hızlı (uzunca bir süre %9 civarında) büyüyen “tek bir ülkenin, yani Çin’in gelir artışlarından kaynaklanmıştır.”

Bu istatistikler kadınları, göçmen işçileri, sığınmacıları kapsamaz. İstatistiklere yansımayan “madalyonun öbür yüzü de” var: “Eşitsizliğin sıçraması, artan açlık, barınma ve sağlık hizmetlerinin pahalılaşması, servet kutuplaşması, çalışanı yaşatamayacak işlerin yaygınlaşması, sosyal güvenlik sistemlerinin dağıtılması ve ekolojik felaket… Tümüyle neoliberal politikalardan kaynaklanmıştır.”

“Dünya nüfusunun yarısı, 3,4 milyar insan bugün günde 5,5 dolarlık gelirle yaşamaktadır; temel insan haklarından yararlanamayacak derecede çaresiz ve yoksuldur. Bu sayı 1990’dan bu yana pek değişmemiştir.”

“Yeterli bir yaşam düzeyine ulaşmak bir insan hakkıdır. Devletler bu hakkı ciddiye almadıkça yoksulluk bir salgın olarak süregelecektir.” 

Zengin, güçlü insanlar ve onların hükümetleri kasıtlı olarak yüksek tüketimi teşvik etme ve yeterlilik odaklı yaşam tarzlarını engelleme konusunda kazanılmış çıkara sahiptir. Bireylerin tüketim kararları bilgiden ve başkalarından güçlü bir şekilde etkilendiğinden, bu yüksek tüketimli yaşam tarzlarını kilitleyebilir.

“Konumsal tüketim”, insanların temel ihtiyaçları karşılandıktan sonra statülü malları giderek daha fazla tükettikleri bir başka kilit mekanizmadır. Bu, varlıklılar tarafından yönlendirilen ve genel tüketim seviyesi yükselirken herkesin akranlarına göre “üstün” olmaya çabaladığı bir büyüme sarmalı yaratır. Gelişmiş bir ülkede ortalama veya normal görünen şey, daha sonra hızla küresel düzeyde en büyük katkı haline gelir.

Peki bu ikilemden nasıl kurtulabiliriz?
Çözüme sahip olabilecek çeşitli farklı yaklaşımları gözden geçirdik. Reformistten radikal fikirlere kadar uzanırlar ve gelişme sonrası, küçülme, eko-feminizm, eko-sosyalizm ve eko-anarşizmi içerirler. Tüm bu yaklaşımların ortak yanı, ekonomik büyümeye değil, olumlu çevresel ve sosyal sonuçlara odaklanmasıdır. İlginç bir şekilde, aralarında en azından kısa vadede oldukça stratejik bir örtüşme var gibi görünüyor. Çoğu, eski ekonominin yeni, daha az varlıklı ekonomisini mümkün olduğunca aşağıdan yukarıya “önceden şekillendirmenin” gerekliliği konusunda hemfikirdir ve bu arada yine de arzu edilen yeterlilik odaklı yaşam tarzlarını sergilemektedir.

Geçiş İnisiyatifleri ve eko-köyler gibi taban girişimleri bunun örnekleri olabilir ve bu da kültür ve bilinç değişikliğine yol açabilir. 

———————–

Kleptopia: How Dirty Money Is Conquering the World Hardcover

September 8, 2020

by Tom Burgis 

Aziz veya Günahkar

Paris, Aralık 2016e uzaklara ulaşan

Adalet odasında, şah damarı raportörü ayağa kalktı. Onun rolü mahkemenin kararını açıklamak değildi: bu sadece sonunda gelecekti. Mahkemenin duyduğu kanıtların hesabını okuyacaktı. Ama Peter Sahlas, muhtar Ablyazov’un kahramanı olarak seçtiği hikayeyi anlatma şeklinden saptırıp, kendi versiyonunun Nazarbayev’inin yerine gelip gelmediğini anlayamayacağını biliyordu. Odanın etrafına baktı. 9 Aralık 2016’ydı. Amerikalılar Trump’ı seçmişti, İngilizler Brexit’i seçmişti, Rusya Doğu Avrupa’nın bir kısmını çalmıştı ve kimse bu konuda pek bir şey yapmamıştı. Peter’ın Toronto’daki çocukluğundan beri değer verdiği liberal düzen, Çek kışlasına gizlice girerek, Vasily Aleksanyan’ı hapisten çıkarmak için emek vererek, Bir Kazak kleptokratın bir düşmanın karısını ve çocuğunu kaçırdığı romaya yarışarak – bu emir ölmeye başlamıştı. Ama bugün burada, o tarikat tapınaklarından birinde kadife yastıklı bir bankta oturuyordu. Conseil d’état, hükümet konularda en yüksek Fransız mahkeme duruşma odasında, duvarlar kraliyet kırmızı, adalet sembolleri süslü kalıpları ile tepesinde: ölçekler ve kılıç, lamba ve kum saati. Bir yazıt suum cuique okuyun: her onun nedeniyle.

Peter Madina’ya baktı. Babasıyla hapishane telefonuyla konuşup kararı verecek olan oydu. Trefor Williams onu Nice’deki malikaneye kadar takip ettiğinden beri Ablyazov önce güneyde, sonra Fleury-Mérogis’te, paris’in kasvetli bir banliyösünde teröristler de dahil olmak üzere tehlikeli şüphelilerin tutulduğu korkunç altıgende Fransız hapishanelerinde tutuluyordu. Kazakların Ablyazov’u olduğu şey buydu, Avrupa kolluk kuvvetlerine kaçağın şiddet planladığı kadar çaresiz olduğu konusunda muğlak uyarılarda bulunarak. Ablyazov’un silahlı bir eskortla iadesi duruşmalarına götürülürken çekilen fotoğrafları, rezil oligarşinin stok görüntüleri haline gelmişti. Şimdi 30′ uncu hapis cezasına giriyordu.

Mayıs 2013’te, kaçırılan annesi ve kız kardeşi Kazakistan’a inerken Madina’nın Roma’daki otelin lobisinde buruşmasını izledikten sonraki sabah, Peter onları geri almak için kendini göreve başlatmıştı. Bu bir şekilde bunun yasadışı göçmenlerin rutin bir sınır dışı edilmesi olduğunu resmi çizginin çürütmesini içerir. O ve bazı İtalyan avukatlar iki baskına tanık olan herkesle görüştüler: birincisi, Alma’yı kaçırmak için, sonra ikincisi, kız için geri döndüklerinde. Polis, herhangi bir suçun gerçekten işlenip işlenmediğini niçin tespit etmekle pek ilgilenmedi. Onlar telefonlar, iPad’ler ve el koydukları diğer kanıt hiçbir envanter hazırlamıştı. Bu baskının yasallığına itiraz etmek için yeterli gibi görünüyordu, bu yüzden bunu yapmak için bir dava açtılar.

Bu şok edici, titizlikle bildirilen kurgusal olmayan anlatı çalışmasında, ödüllü bir araştırmacı gazeteci, “kapitalizmin canavarını” (küresel kleptokrasiyi) ortaya koyuyor ve Financial Times muhabiri Tom Burgis, etrafımızdaki dünyayı nasıl yozlaştırdığını ortaya koyuyor. on beş yılını beş kıtadan çatışma, yolsuzluk,
küreselleşme ve organize suç. Yeninin temelini oluşturan ağların peşinde küresel düzen, Doğu Kongo’nun ölüm tarlalarına ve bir Ukrayna’ya gitti.Rus işgali tarafından parçalanmış ve büyüklerin gizli köşelerine dalmış .New York ve Londra’da çalınan servet depoları. Patronuyla röportaj yaptı.Moskova mafyasının yanı sıra yüzlerce aracı, para, bağcı, önder ve çağdaş jeopolitiği tanımlayan sırlar oyununun diğer sakinleri. Bu karanlık dünyanın bakışları yıllar içinde ortaya çıktı. Kleptopia, Burgis bölgesinde Noktaları birleştiriyor. Bu sürükleyici anlatı dört karakteri takip ediyor: Yıkıcı bir İngiliz bankacı, iyi bağlantıları olan bir Brooklyn gangsteri, liberal bir Kanadalı avukat ve Orta Asyalı iş adamı milyarder oldu. Hikayeleri siyasi gücü, organize suçları ve büyük yolsuzluk. Kleptopia, bu kirli para makinesinin korkunç sonuçlarını açıklığa kavuşturuyor:kanunsuz topraklar üzerinde kontrol kuranlar nasıl öğrendi. iyi ödüllendirilmiş avukatların, muhasebecilerin ve lobicilerin enerjik yardımı, tercüme etmek geri kalan demokrasilerde erişim ve etki için bu güç…

Tarihin adeta en büyük soygununa dönüşmüş küresel para transferinde nerdeyse son 40 yıldır aslan payını, “gizli veya kayıt dışı” paralar oluşturuyor. GFI raporuna göre, 1980’li yıllardan beri gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere, fatura hileleriyle, “vergiden kaçırılarak”, çok büyük çoğunlukla offshore gibi yollardan giden gizli sermaye, 13.4 trilyon dolar .The Guardian gazetesi, Panama Belgeleri’nin ortaya saçıldığı 2016 Mayıs ayında, bu belgelerden hareketle yaptığı araştırmalardan birinde, Londra’da bulunan İngiltere’nin en pahalı ve en yüksek rezidans gökdelenindeki evlerin sadece üçte birinin İngiltere vatandaşlarına ait olduğunu belirleyecekti. Ülkenin en lüks rezidans gökdelenindeki dairelerin üçte ikisinin sahibi İngiliz değildi. 

Örneğin gökdelenin en gözde evi, 51 milyon Euro değerindeki 2000 metrekarelik beş katlı teras dairesi, Rus lider Putin‘in seçim kampanya şirketinin ortağı Andrei Guriev‘e aitti. Guriev, Buckingham Sarayı’ndan sonra Londra’nın en büyük konutu olan Witanhurst Malikanesi’nin de sahibiydi. Putin’e muhalif herkesi Rusya düşmanı ve vatan haini göstermekle görevli Guriyev, Londra’daki bu devasa teras dairesinin bir katına kendisi ve misafirleri için bir Rus Ortodoks kilisesi inşa edecek kadar da dindar ve milliyetçi bir Rustu. Onun altındaki 2,7 milyon Euro’luk dairelerden birinin sahibi Nijerya’nın finans bakanı Ebitimi Banigo‘ydu. Guardian’ın milyon dolarlık dairelerin tespit ettiği sahipleri arasında, Irak Kürdistan Bölgesi’nin lider ailesine çok yakın Kürt kökenli bir petrol baronundan, Kırgızistan liderinin çok yakın arkadaşı Kırgız bir votka baronuna, Kazakistan’ın o günlerdeki diktatörü Nazarbayev‘in damadından, Çin’de parti yönetimine yakın isimlere ile Ortadoğu ve Afrika’nın zenginlikleri şaibeli bakan ve bürokratlarına kadar farklı kıtalardan kişiler vardı.

Hepsini bu lüks gökdelende, paravan şirketler aracılığıyla buluşturan sırrın adı “offshore”du.

Yani, yabancı sermaye girişine çok açık, paranın kaynağını sormayan, katı gizlilik kurallarıyla sermaye sahiplerinin kimliğini koruyan, ya çok düşük oranda vergi alarak ya da hiç almayarak paranın kendisini de koruyan, politik ve ekonomik olarak istikrarlı yönetim bölgeleri. Bunların çoğunluğu, Mann Adası, Jersey Adası, Virgin Adaları, Cayman Adaları, St Kitts, Bermuda, Cook Adaları gibi adalar olduğu için, bu finans merkezlerine, “açık deniz finans merkezi” anlamında “Offshore Finance Center” deniyor. Ama isme aldanmamak lazım. İsviçre, Singapur, Hong Kong, Lüksemburg, Liechtenstein, Monako veya ABD’de Delaware, South Dakota, Las Vegas eyaletleri gibi “onshore (karada)” olanları çok daha büyük çaplı.

Offshore merkezlerinin çok büyük bölümünün İngiliz egemenliğinde olmasının avantajıyla, dünyadaki vergi cennetleri ağlarının en büyüklerinden birinin merkezi Londra. Yani, offshore’un 20 – 30 trilyon dolar arası bir büyüklüğe ulaştığı tahmin edilen Matrix evreninin küçük bir gökdeleninin, bir “database” hack’iyle, biz fanilere görünür hâle geldiği yer.

Offshore sisteminin başlangıçtaki iddiası, servet sahiplerine “mahremiyet” sağlamaktı. Ancak Londra’daki lüks gökdelen, sistemin temel hizmetinin “gizlilik” hâline geldiğinin de çarpıcı göstergelerinden biriydi. Mahremiyet ve gizlilik aynı şeyi ifade etmiyor. Mahremiyet, meşru bir ticaret, yetenek veya çabayla kazanılmış serveti, önyargıdan korunma, normal hayat yaşamak, tehditlerden uzak olmak gibi amaçlarla, gözlerden uzak tutma çabasını ifade ediyor; gizlilik ise, yasa dışı veya haksız şekilde elde edilmiş, bilinir hâle geldiğinde başınızı hukukla veya seçmenlerle belaya sokacak serveti gözlerden uzak tutma çabasını ifade ediyor. 

Uzak ve Orta Asya’nın, Orta Doğu’nun, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın devlet başkanı, bakan ve bürokratları ile onların iş insanı görünümündeki ihaleci ortakları, meşru ve yasal yollardan zengin olmadıklarının güçlü bir göstergesi olarak, Offshore vergi cennetlerinde kurulmuş paravan şirketler aracılığıyla sahipliklerini gizleyerek, New York, Londra gibi merkezlerde yeni yatırımlar ve lüks harcamalar yapıyorlar, bu daireleri satın alıyorlar.

Gizlilik”, tarihin en büyük para soygunun da anahtar kelimesi.

Küresel para trafiği hakkında yaygın yanlış algımız şu: Dünyada bir yanda muhtaç ülkelere cömertçe zenginliğinden pay veren yardımsever zengin ülkeler, bir yandan da hiç parası olmadığı için bu yardımlarla ayakta durabilen veya gelişmesini sürdürebilen yoksul ülkeler var.

Oysa acımasız gerçek bunun tam tersi. Fakir ülkelerden, gelişmiş zengin ülkelere dönük para transferi en az iki kat daha büyük.

ABD merkezli Küresel Mali Dürüstlük (GFI) adlı düşünce kuruluşu ile Norveç Ekonomi Üniversitesi Uygulamalı Araştırmalar Merkezi’nin, 2016 yılında yayımladığı, küresel para trafiğinin sadece resmi verileri üzerindeki araştırmaya dayalı raporu, bu açıdan çarpıcı bir resim ortaya koyuyor. Bu rapordaki “‘resmi rakamlar”, yoksul ülkelere karşılıksız yardımlardan, kredilere, borç iptallerinden, uluslararası ticarete kadar oldukça geniş bir yelpazeye sahip. Rapora göre, sadece 2012 yılında, gelişmiş dünya ülkelerinden yoksul Afrika ve Asya ülkelerine transfer olan paranın miktarı 1,3 trilyon dolar. Ama buna karşın aynı yoksul Asya ve Afrika ülkelerinden gelişmiş ülkelere o yılda transfer olan paranın miktarı ise 3.3 trilyon dolar. 

Yani, yoksul dünyadan gelişmiş dünyaya, her yıl, fazladan 2.2 trilyon dolar transfer oluyor. 1980’li yıllardan beri, bu şekilde fazladan, 16.3 trilyon dolar para, gelişmiş Batı ülkelerine transfer olmuş. Yani kürenin ve tarihin en büyük ekonomisi olan Amerikan ekonomisini sıfırdan inşa etmeye yetecek kadar muazzam bir para.

Ülkeler arası para transferi dendiğinde çoğumuzun aklına gelen ilk gelen kalem, yani gelişmiş ülkelerdeki göçmenlerin yoksul ülkelerindeki ailelerine gönderdikleri para da elbette ki bu resmi rakamlara dahil. Batı ülkelerinde yaşayan göçmenlerin ülkelerindeki ailelerine para göndermesi ve yoksul ülkelere yapılan yardımlar günümüzde, Batı’daki yabancı karşıtlarının, “göçmenler parazit gibi zenginliğimizi sömürüyor” iddiasının da temellerinden birini oluşturuyor. Oysa bu aile yardımı paraları, küresel para trafiğinde, ne ırkçı Batılıların ne de bizim sandığımız kadar büyük bir kalem değil, hatta küsurat gibi kalıyor. Ülkelere yardım olarak giden her 1 dolar yardıma karşılık ise yoksul dünyadan 24 dolar geri geliyor. 

Örneğin zengin Batı ülkelerinde yaşayan Sahra güneyi Afrikalılarının ailelerine gönderdiği yıllık aile yardımı parası 31 milyar dolar. Bu 31 milyar dolar, bazı örneklerde, sadece tek bir çokuluslu Batı şirketinin, bir sahra Güneyi ülkesinde kazanıp, yazılmasına kendisinin katkı yaptığı mevzuat veya rüşvet verdiği diktatörler sayesinde, çeşitli fatura oyunlarıyla, bir offshore merkezine transfer ettiği para kadar bile olmayabiliyor.

London School of Economics’te ders veren antropolog ekonomist Jason Hickel, The Guardian gazetesinde yayımlanan bir yazısında bu veriler ışığında, “Zengin ülkeler yoksul ülkeleri kalkındırmıyor, yoksul ülkeler zengin ülkeleri kalkındırıyor” yorumu yapmaktan kendini alamıyor.

Para transferindeki bu cari açığı, “‘Batı, teknoloji geliştiriyor, yeni fikirler, yeni trendler üretiyor. Üreticinin para kazanabildiği bir sistem oluşturmayı başarabilmiş. Ticarette bir üstünlük yaşaması tabii ki şaşırtıcı değil” şeklinde savunup geçmek ise mümkün değil. Çünkü, Uzak ve Orta Asya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’dan gelişmiş ülkelere para transferini, tamamı ile legal ticaret oluşturmuyor.

Tarihin adeta en büyük soygununa dönüşmüş küresel para transferinde nerdeyse son 40 yıldır aslan payını, “gizli veya kayıt dışı” paralar oluşturuyor. GFI raporuna göre, 1980’li yıllardan beri gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere, fatura hileleriyle, “vergiden kaçırılarak”, çok büyük çoğunlukla offshore gibi yollardan giden gizli sermaye, 13.4 trilyon dolar. 

Aynı yol, bu ülkelerin liderlerinin, lider ailelerinin, politikacıların, bürokratların veya organize suç örgütlerinin ülkelerinde, ihaleler, komisyonlar, rüşvetler, uyuşturucu, silah, insan kaçakçılığı ve haraç gibi yollarla elde ettikleri yasadışı paralarını aklamakta da kullanılıyor. 

Yani her yıl 700 milyar dolar civarında yolsuzluk parası, offshore sistemi aracılığı ile güvenli cennetlere, New York ve Londra gibi merkezlerde kurulu bankalara transfer ediliyor. Her yıl, simit satışından, bilgisayar satışına, çay ve fındık hasılatından, berber ve kasabına, memur maaşlarından cep telefonlarına, elektrik faturalarından, banka işlemlerine ve dolmuş otobüs biletlerine kadar sıfırdan yeni bir Türkiye ekonomisi inşa etmeye yetecek büyüklükte bir para bu. 

2008 ekonomik krizinin derinleştiği günlerde, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Organizasyonu OECD’nin o dönemdeki genel sekreteri Angel Gurria da, The Guardian’daki bir makalesinde şu itirafta bulunacaktı: 

Gelişmekte olan ülkeler, her yıl, gelişmiş ülkelerden aldıkları finansal yardımın üç katından fazlasını küresel vergi cennetlerine kaybediyor.” 

İronik olanı ise, Batı ülkelerinin yoksul dünyaya yaptığı mali yardımların çok büyük bölümü de yine bu ülkelerin yolsuz politikacıları, diktatörleri, onların aileleri, bakanları, generalleri, bürokratları ve ihaleci işbirlikçilerince “iç edilip”, yeniden Offshore merkezlerine, New York, Londra bankalarına dönmesi.  

İroninin ironisi olarak da aynı milli liderler, kurdukları yolsuzluk sistemi sebebiyle mütemadiyen krizdeki ekonomilerinde günü kurtaracak borç para için yine bu bankaların kapısını çalıyor. 1980 yılından beri New York ve Londra’daki bankaların kasalarına giden (ana borç bile değil) sadece faiz ödemesi, yaklaşık 4,2 trilyon dolar. 

Mısırlı Marksist ekonomist Samir Amin, daha 1960’lı yıllarda, “mevcut küresel ticaret düzeninde, kalkınmakta olan ülkelerin hiçbir zaman kalkınamayacağını” savunan ve sonradan “bağımlılık teorisi” olarak adlandırılacak ekonomik sistem eleştirisini dillendirecekti. Söz konusu eleştiriler, Soğuk Savaş ikliminde, bir Marksist ekonomistin anti-kapitalist paranoyası muamelesi görecekti. Günümüzde, Amin’in eleştirilerini artık Financial Times, Economist ve Wall Street Journal da bile sıkça okur hâle gelmemiz boşuna değil.

Kürenin kuzey ve güney yarımları arasındaki ortalama yıllık kişi başına gelir farkı, Amin’in tespitlerini yaptığı 1960’larda 9 bin dolar ilen günümüzde yaklaşık 4 katına, 35 bin dolara ulaşmış durumda. Bu muazzam gelir uçurumunun tek sebebi tabii ki yasal ticaret değil. Çok uluslu şirketler ve politik liderler için yolsuzluğu çok kolaylaştıran offshore gibi finans mekanizmalarının yükselişi ve buna paralele olarak kurumsal ve anayasal devlet yapılarının bütün denetim mekanizmalarının çöküşü asıl faktör.

Offshore gibi finans mekanizmalarının, devlet başkanlarına, bakanlara ve bürokratlara yolsuzlukla, rüşvetle, suistimallerle elde ettikleri paraları güvenli yerlere taşıyıp, sahipliklerini gizleyip, paravan şirketler aracılığı ile harcamayı çok kolaylaştırması, görece işleyen demokrasilerde de, son 20 yılda, tıpkı Afrika’da on yıllardır olduğu gibi, küçük ölçekli yolsuzlukların yerini, sistematik ve astronomik yağmanın almasına yol açtı. Devlet gücünün, kamu yetkilerinin, hukukla, parlamentoyla, iktidardan bağımsız medya ile ve ifade özgürlüğü/protesto hakkıyla sürekli denetim altında olmasının neden önemli olduğunu kavrayamamış toplumlar bu süreçte çok daha ağır bedeller ödüyor. Otoriterleşen demokrasilerden offshore merkezlerine para akışı 2000’li yıllardan beri adeta katlanarak artıyor.

Amin’in ticaret düzenindeki adaletsizliğe dönük haklı eleştirilerinin, bugünkü resmin asıl önemli parçasına dikkat çekmemesi nedeniyle, “sömürülen masum esmer adam, sömürücü kötü Batılı beyaz adam” kolaycılığında bir kültürel veya coğrafi bakışa savurma ihtimali de var. 

Öncelikle, gelişmekte olan ülkelerden, gelişmiş ülkelere bu “gizli” kara para transferi, Batı toplumlarının cebine gidiyor değil. Aksine, gittikçe kriminal bir karaktere bürünen finans sistemi, bu toplumlarda gelir dağılımı uçurumunu derinleştirmenin de ötesinde artık hukuk sistemlerini, demokrasilerini tehdit eder konuma gelmiş durumda. Donald Trump bir yandan Amerikalıları, “Meksikalı göçmenler ve siyah çeteler sokaklarda uyuşturucu satıyor, korkunç bir tehdit” diye korkuturken, diğer yandan da Meksikalı uyuşturucu kartellerinin kazandığı milyarlarca doları, hukuktan ve rakiplerinden koruyacak şekilde ABD bankalarında tutabilecekleri şirket mahremiyet düzenlemeleri getirebiliyor. ABD’yi tarihin en büyük “vergi cennetine” dönüştürüyor. Bir Amerikalı hukuk yetkilisi, konuyu araştıran gazeteciye, “vergi cennetleri” ve “offshore gizliliği” olduğu müddetçe suç ve yolsuzluk evreninin kara parasıyla mücadele edilemeyeceğine şöyle dikkat çekiyor: 

Terör ile mücadelede en temel gerçek, terörün kendini güvende tutabildiği bir coğrafyası varsa asla başarılı olamayacağınızdır. ABD, finans kriminallerine son derece güvenli bir cennet olma yolunda. Bahamaların, Virgin adalarının ve diğer adalarının asla olamayacağı kadar etkin bir vergi cenneti.

Nüfusu sadece 800 bin olan South Dakota eyaletinin banka kasalarında saklanan kişisel servetlerin toplamı 400 milyar dolara yaklaşmış durumda ve bunun çok önemli bir kısmının sahipleri Amerikan vatandaşı bile değil. Çoğu offshore merkezlerinde kurulu paravan şirketler aracılığı ile bu emniyet fonlarına yatırıldığı için gerçek sahiplerini de kimse bilmiyor. Yine, Trump, yoksul muhafazakâr beyazlara, toplam büyüklüğü birkaç yüz milyon dolarlık sosyal yardım programlarını, “tembel zenciler ve göçmenler parazit gibi devletten, vergilerinizden besleniyor” diyerek bütçe açığına gerekçe yaparken, kendi hataları ve hatta suçlarıyla 2008 gibi krizlere neden olan Wall Street firmalarına trilyonlarca dolar havadan kaynak aktarılmasını gözden kaçırabiliyor. Yüz milyarlarca dolarlık şirketlerden bir öğretmenden alınan kadar bile vergi alınamadığı vergi reformları yapabiliyor. Dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan Amazon, Trump’ın ünlü vergi reformu sayesinde son üç yılın ikisinde “sıfır cent” federal vergi ödedi. Milyarder Trump’ın kendisinin 12 yıl boyunca ödediği toplam gelir vergisinin toplam 1500 dolar olduğunu bu hafta öğrenebildik.

Yine Amin’in 1960’ların dünyasındaki ticari verilerle sınırlı eleştirisi, mevcut resimdeki para transferinin aslan payı olan “sistemik yolsuzluk” ile Asya, Afrika ve Latin Amerika toplumlarına egemen “anti-hukuk” kültür hakkında da pek bir şey söylemiyor.

Devlet teşkilatlarına ve toplumlarının bilinçaltına egemen olan anti-hukuk kültür, Nijerya, Rusya, Hindistan, Irak, Gana, Brezilya, Venezuela, Pakistan gibi ülkeleri soymanın, Hollanda, İsveç, Danimarka, Almanya, Kanada, Yeni Zelanda, Japonya, Güney Kore gibi ülkeleri soymaktan neden çok daha kolay olduğunu açıklayan temel şeydir. 

“Soyulan” dünya toplumlarının, kendileri hakkındaki büyük cehaletleri, kendi toplumlarının diğer yarısını düşman veya virüs gibi gören kabileci bakış açıları, sayısız hayal kırıklığına rağmen hâlâ kendilerini tek bir liderin kurtarabileceği yanılgıları, yaşadıkları yağma ve yoksulluk kısır döngüsünden kurtulmalarını imkansız kılıyor. Bu toplumlar, maruz kaldıkları yoksulluk ve yoksunlukların ilk ve en önemli sorumlusunun yine kendileri olduğu gerçeği ile yüzleşecek olgunluğa bir türlü ulaşamıyorlar. 

Soyulan toplumların istisnasız hepsinde devlet kutsal veya mistik bir varlık. Devlete hesap sormayı, protesto etmeyi, medya yoluyla yanlışları suçları ifşa etmeyi vatan hainliği, düşmanların ekmeğine yağ sürmek olarak gören bir kültür egemen. Bu da devlet gücüne sahip herkese her türlü gayrimeşru işi pervasızca yapma kolaylığı sunuyor. Maaşı 625 dolar olan Tacikistan Devlet Demiryolları Müdürü Emanullah Hukumov‘un ailesi, ulaşım ihalelerinden kazandığı servetle, Prag’da toplam değeri 10,5 milyon dolar olan lüks evlerinde yaşamını sürdürürken, bu yolsuzlukları ortaya çıkaran gazeteci Kharillo Marsaidov, vatan hainliği suçlamasıyla Duşanbe’nin en yüksek güvenlikli hapishanesindeki hücresinde çürüyor.

Yine bu devletlerin tamamının ortak özelliği “monolitik” bir yapıya sahip olması. Sahiplerinin “uyumlu” ve “hızlı karar alabilen” dediği devlet yapısına sahipler. Yani kuvvetler ayrılığı başta olmak üzere ana erkleri ve her erkin içinde birbirinin yanlışlarını bulup çıkarmaya eğilimli teşkilatları traşlanmış devlet. Oysa ki “hukuk devleti”, “kuvvetler ayrılığı”, “denge denetleme sistemi” gibi mekanizmalar, bir topluma her zaman en büyük en yıkıcı tehdidin kendi devletinin gücü olduğunun öğrenilmesiyle doğmuş korunma mekanizmaları.

Yine soyulan toplumlar, bulundukları coğrafyaya göre, Yahudileri, Müslümanları, Hristiyanları, Hinduları, Meksikalıları, göçmenleri, kendi toplumlarının diğer yarısını vs şeytanlaştırıp sorumlu tutan veya “‘dünyayı yöneten yedi aile” gibi uçuk komplo teorileri ile her şeyi açıklayıp, kendilerini sorumluluktan kurtaran şarlatanlara meylediyorlar. Onları bu hallere düşürenin “kahrolası hazzetmedikleri kimlikler, ötekiler” olduğunu söyleyen, herkesten daha milli ve yerli liderlerince sömürülmeye devam ediyorlar. Bu liderler de, iktidarlarının ve mevcut finansal yolsuzluk düzeninin devamı için, kültür savaşları ve kutuplaşmaları derinleştirdikçe derinleştiriyor. Karanlık bir kısır döngüde kuşaklar boyunca debeleniyorlar.

Kolayca soyulabilen toplumlar şu önemli gerçeği bir türlü göremiyorlar: 

Futbolu, dansı veya şarabı, vatan millet kilise çanı, bayrak edebiyatına tercih eden bir Danimarka başbakanın yolsuzluk yapmadan görevini tamamlayıp devretmesi, onun ahlaklı bir insan olmasından kaynaklanmıyor. Tıpkı, her konuşması vatan millet bayrak, antiemperyalizm üzerine olan bir zamanların sosyalist bağımsızlık savaşçısı Robert Mugabe‘nin, on yıllarca iktidardan ayrılmayıp, nihayetinde dünyanın en zengin, en zalim devlet başkanlarından birine dönüşmesinin sadece onun ahlaksız bir insan olmasından kaynaklanmaması gibi. 

Afrika liderleri tarihine bakacak herkes, çoğu yoksul halk kesimlerinden gelen liderlerin ilk aylarında veya yıllarında nasıl halk için çalıştıklarını ve önemli gelişmeler kaydettiklerini görebilir. Ama, bağımsız yargının, meclisin, medyanın, eşit şartlarda adil seçimlerin ve özgür protestoların denetiminde olmayan bir iktidarın bozamayacağı tek bir insan bile yok. Bu lider ne kadar dindar, ne kadar milliyetçi, ne kadar ulusalcı, ne kadar devrimci, ne kadar yurtsever, ne kadar sosyalist, ne kadar özgürlükçü olursa olsun fark etmez. 

2016 Panama Belgeleri’nin sızdığı hukuk firması Mossac Fonseca’nın öyküsünü “The Laundromat (Çamaşırhane)” filminde Mossac Fonseca‘nın ortaklarından Roman Fonseca‘yı canlandıran karakter şöyle yaklaşıyor bu gerçeğe:

Hepimiz dünyayı kurtarmak için yola çıktığımıza inanırız. Ama hepimizin içinde bir kurt sürüsü var. Bununla beraber bu hırslarımız içinde gezinen küçük koyun sürüleri de var. Adil insan olmak istiyoruz ama nasıl olursa olsun kazanan olmayı daha çok istiyoruz. Haklı olmak istiyoruz ama haksız da olsak sonunda bizim dediğimizin olmasını daha çok istiyoruz. Çoğumuzun ‘dava’ dediği şey bu.

Yolsuzluğa açık denetimsiz sistem, kim olursa olsun lideri, günün sonunda bir yağmacıya dönüştürecektir. “Batı” toplumları, 20’nci yüzyılda bu gerçeği, çok acı deneyimlerle bile olsa, öğrenmeyi başardığı için kürenin en müreffeh coğrafyasına dönüşebildi.  

Danimarkalı, Hollandalı, İsveçli, Kanadalı, Alman muktedirler çoğunlukla yolsuzluk yapmıyorlar, çünkü yapamıyorlar. Gerçekte bu ülkeler de, yol bulabilse yolsuzluk yapacak muktedirlerle, yetkililerle dolu. En ufak yanlışlarını, en ufak bir baskı, yargılanma endişesi yaşamadan hemen ifşa edebilecek bir “hasım medya”, şirketlerdeki veya kamu kurumlarındaki yasadışı işleri savcılara veya medyaya ispiyonlayan “düdükçüleri (whistleblower)” koruyan yasalar; en muktedir kişi hakkında bile olsa her haberi ihbar kabul edip hemen soruşturma açabilecek bağımsız polis ve savcılık mekanizmaları; “vatan millet” edebiyatı ve “‘devletin bekası” iddiası ile bile baskı altına alınamayacak, sadece ve sadece adalete hizmet eden bağımsız yargı (devletin adaletten başka bekası da temeli de olamaz); bakanlıklarından politikacılarına, istihbaratından, ordusuna, bankasından, büyük şirketine her güç odağını denetleme, düzenleme yetki ve gücüne sahip güçlü meclisi; ve yolsuzlukla, torpille, rüşvetle zenginleşeni ayıplayan onlara saygı göstermeyen toplumu olan bir ülkede, bırakın milyarlarca doları iç etmeyi, makam odanıza çerez baklava alma yolsuzluğunu bile kolayca işleyemezsiniz.

Hukuk devleti, protesto özgürlüğü, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, güçlü parlamentosu, yapacağı her işlemde talimat telefonlarına değil anayasaya yasalara bakacak polisi olmayan ülkeler, soyulmaya, yağmalanmaya son derece hazır ülkelerdir. Hiçbir milli ve yerli lider, hiçbir hamasi veya dini söylem bu yağmayı engelleyemez. Aksine yaratacağı kültürel çatışmaların oluşturacağı kafa karışıklığıyla bu soygun ve yağmayı daha da kolaylaştırır. 

Ülkelerinde, kabileci eğilimleri veya kültür savaşlarını tetikleyip kutuplaşmayı derinleştirerek; sadakat karşılığında yolsuzluk imkanlarını bütün devlete yayarak; parlamentoları, hukuku ve medyayı işlevsizleştirerek; kendilerine dokunulmazlık tesis eden milli ve yerli (nationalist / nativist) liderler sayesinde bu küresel soygun düzeni, yarım yüzyıldır hiç olmadığı kadar büyük bir korumaya kavuşmuş durumda. 

Kendi ülkelerinde muhalif herkesi “küreselcilerle” işbirliği içinde olmakla suçlayan Neopatrimonyal liderler, ironik olarak tarihin en küresel bağlantılı lider kuşağı haline gelmiş durumda. Küresel bir soygun ağının çarkları içinde dolanmakta, şirketler kurmakta, gizli para transferleri yapmakta, birbirleriyle halklarından ülkelerinden gizledikleri bağlantılar kurmakta hiçbir beis görmüyorlar. Yerli ve milli liderlerin, bu son derece küreselleşmiş evrenlerinde, hem birbirleriyle hem de yolsuzluk paralarını transfer edip aklama hizmeti veren offshore hukuk firmaları, muhasebeciler, bankalar ve lüks endüstrisi ile oluşturduğu bu yeni ağa bazı sosyal bilimciler, “uluslararası gayrisivil toplum diyor. 

Paralarını, bağlantılarını ve transferlerini gizli tutmak zorunda olan uyuşturucu tacirleri ve teröristlerin aksine bu yeni küresel suç dünyası gözümüzün önünde yasal görünümlü, mekanizmalar içinde çalışıyor. Offshore merkezlerine kurulmuş, bazı örneklerde onlarcası yüzlercesi iç içe geçirilerek sahiplerine ulaşması tek bir savcı için imkansızlaştırılmış şirketler, muhasebeciler, hukuk firmaları, yolsuzlukla kazandıkları paraları aklayıp legal görünüm verirken, küresel halkla ilişkiler şirketleri, lobiler de bu yolsuz liderlerin küresel itibarlarını parlatmaya çalışıyorlar. Yolsuzlara, bazen isimlerini de değiştirerek, güvenli bir ülkeden ikinci bir pasaport almalarını sağlayan firmalar, kirli parayı, Londra’da, New York’ta, Vancouver’da, Paris’te, Amsterdam’da emlak yatırımına dönüştüren lüks emlak firmaları, artık hesabını tutulamaz hâle gelmiş servetleri yönetecek servet yöneticileri vb. birçok aracı mekanizmanın da dolandığı bir paralel evren bu.

Para piyasalarında “açığa satış” denince akla gelen ilk isim olan, 3,2 trilyon dolarlık “hedge fund” sektörünün en önemli ismi Jim Chanos, 25 Temmuz’da Financial Times gazetesine verdiği röportajında, “finansal yolsuzlukların altın çağındayız” diye anlatıyor yaşadığımız günleri. Hakikati çok önemsemeyen hırslı paracılar için oldukça verimli, gayrime&

Comments

This Post Has 0 Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Previous
Next
Back To Top